AV. FEVZİ KONAÇ

İstanbul Sözleşmesi Kadını Korurken(!) Erkeği Ezmiş Ve Aileyi Dağıtmıştır!!

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ KADINI KORURKEN(!) ERKEĞİ EZMİŞ  VE AİLEYİ DAĞITMIŞTIR!!

11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan, TBMM tarafından 14 Mart 2012’de kabul edilen, 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe giren uluslararası bir sözleşmedir. Kısa adı İstanbul Sözleşmesi olan sözleşmeden hareketle çıkarılan kanunun tam adı ise (6284 sayılı kanun) “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” dur.

Yasanın çıkış süreci göz önüne alınmadan, bu yasanın ne getirip/götürdüğünü anlamamız mümkün olmaz diye düşünüyorum. Bir yandan AB müktesebatına uyum sağlama taahhütlerinin diğer yanda ise bu yasanın çıkma aşamasında bir kısım kadın örgütlerinin hatta bir kısmı feminist tercihleri (Mor Çatı gibi) olan derneklerin ağır baskısı ve tazyiklerinin etkin olmuş olduğu görülüyor. Sözleşmenin Türkiye’de imzalanması ve onaylanması sürecinde kamuoyunda ve bilimsel çevrelerde herhangi bir tartışmaya konu olmaması, tüm siyasi partilerin uzlaşması ile çıkması ayrıca dikkat çekicidir.

Bu yasaların yapılma sürecinde Avrupa ülkelerinde kadının korunması anlamında temel bir ihtiyacın varlığı, bu kanunları gerekli kılmış. Çünkü özellikle o dönemde, Fransa ve Almanya’da bir yılda yüzbinlerce kadına karşı psikolojik, fiziksel ve özellikle cinsel taciz ve istismar vakasının varlığından söz ediliyor. Yani Avrupa’da kadını bu suiistimallere karşı korumak için bu tür bir yasanın olması, temel bir sorunla mücadele etmek adına kaçınılmaz olmuş. Ancak bu yasaya imza veren ülkelerde başta Hırvatistan ve Polonya olmak üzere büyük tartışmalar yaşanmış, bu iki ülke sözleşmenin kendi toplum yapılarına ve Anayasa’larına uymayan bölümlerini uygulamayacakları konusunda şerh koymuşlar. Peki Türkiye’de bu yasa neden gündeme getirildi? Türkiye toplum olarak buna ihtiyaç duyuyor muydu? Bu yasa bizim toplumumuzun temel yapısına uygun muydu? Konu hakkında önce bu sorulara cevap vermek durumundayız.

Neden? Çünkü bu günlerde yine 6284 sayılı yasanın uygulamaları nedeniyle Aile Bakanlığı ve kadına şiddet meselesi tartışmaların başını çekiyor. Bu konuda yazı yazarken altı çizilmesi gereken ilk husus; başta aile içinde olmak üzere her canın aziz olduğunun, her insanın onurunun, haysiyetinin ve insanca muameleye tabi olmasının, bunun kadına veya erkeğe karşı olmasının farkının olmadığının temel insan hakları bağlamında kabul edilmesidir. Bir kadının bırakın öldürülmesi, en ufak bir şiddete uğramasını bile kabul etmemiz insanlığımızı sorgulamamızı gerektirir. Vicdan sahibi hiç kimse her gün yaşanan kadın cinayetlerini izlerken, kadını korumayalım veya tedbir almayalım demiyor ve diyemez. Burada yasanın temel niyeti konusunda tüm toplum kesimleri hem fikirdir diye düşünüyorum. Aklı selim herkesle bu konuda uzlaşıyorsak, bu yasa üzerinden neden bu kadar tartışıyoruz?

Çünkü bir yanda kadına şiddeti ve kadın cinayetlerini engellemek, ama temelde “aileyi korumak” için çıkarılmış bir yasa, diğer yanda ise bu yasanın suiistimali nedeniyle yaşanan travmalar ve daha kolay dağılır hale gelmiş aile müessesesi var. Yasa çıkmadan önce de kadına şiddet olayları vardı. Yasanın çıkmasına rağmen yine aynı oranda kadın cinayetleri ve şiddet olayları var. Kanunun temel amacına rağmen, kanunun uygulamalarından sonra bu kanuna muhatap olan ailelerin daha kolay dağıldığına ve boşanma oranlarının istatistik olarak arttığına şahitlik ediyoruz. Tartışmanın temeli bu sonucun oluşmasına duyulan tepkidir. Sorun buradadır.

Elbette bu yasanın uygulamalarından ve alınan bir kısım koruma tedbirlerinden dolayı, kadına karşı muhtemel işlenecek suçları önlemesinin söz konusu olduğu vakıalar vardır. Bunu görmezden gelmeyerek yol alalım. Burada toplumsal tepkinin ve eleştirinin temel sebebi şu; bu yasanın en tartışılan tarafı kadının tek taraflı beyanıyla, doğru olup olmadığı kesin olarak araştırılmadan, kadını korumak amaçlı ama özelde erkeği mağdur eden bir kısım koruyucu tedbirler ve önleyici (!) kararların alınmasıdır. Tabi dikkat edilmesi gereken bir başka hususta kanunun yapılışının teknik olarak suiistimal alanları oluşturmuş olmasıdır. Bunu iki örnekle somutlaştıralım.

OLAY 1- “Eşimle bir tartışma yaşadık. Herhangi bir şiddet veya darp olayı olmadı. Ancak olayın sıcaklığı nedeniyle polisi aradı. Eşimden şiddet gördüm diyerek beni şikayet etti. Polis evimize geldi. Eşimin kendisine şiddet uygulandığı iddiasına rağmen eşime inanmamakla birlikte (kulağıma eğilerek bana sen haklısın ama kusura bakma risk alamayız tutanak tutacağız hakim karar verecek) eşimin şikayetini alarak benim evden uzaklaştırılmam için mahkemeden karar çıktı ve evimden üç ay uzaklaştırıldım. Evimin bir odasında yapma çiçek imalatı yaparak geçinmeye çalışıyorum. Başka bir gelirim yok. Dışarıda kalacak kimsem yok. Param yok. Evime giremediğim için çiçek yapıp satamıyorum. Kiramı ödeyemedim. Diğer giderlerimi karşılama imkanım yok. Eşim şimdi de mahkemeye başvurarak nafaka bağlanmasını istemiş. Öyle çaresizim ki intihar etmeyi bile düşündüm. Öfkemden elimden bir kaza çıkmasından korkuyorum.”

OLAY 2- Emniyet Müdürlüğü ziyaretine giden bir hanım avukat kardeşim anlatmıştı. Bir polis memuru anlatmış. Bir kadın karakola başvurarak eşinin kendisine şiddet uygulama riski olduğunu ve can güvenliği olmadığını iddia ederek koruma talebinde bulunmuş. Polis ve emniyetin eli kolu bağlı. Risk almadan kadının tek taraflı beyanıyla tutanak tutulmuş ve adam hakkında 1 ay uzaklaştırma talebi ile mahkemeye yazı yazılmış. İşlem bittikten sonra kadın dışarı çıkmış. Tutanağı hazırlayan polis memuru sigara içmek için dışarı çıktığında kadının telefon konuşmasına şahit olmuş. Kadının konuştuğu kişiye şu ifadeyi kullanmış. “Benim herifi evden attırdım. Bir ay rahatız sevgilim”

Yukarıda somut ve yaşanmış iki olaydan dolayı mahkeme tarafından ilk olayda erkeğin 3 ay, ikinci olayda ise erkeğin 1 ay evden uzaklaştırılmasına karar verilmiştir. Neden peki? Çünkü böyle bir olayla karşılaşan ne polis ne de hakim risk alamıyor. Haklı olarak muhtemel bir cinayetin öncesi, yaşanıp yaşanmadığı belli olmayan bir şiddet olayıyla ilgili şikayette, tedbir kararı vermediği takdirde doğabilecek olumsuz neticelerden dolayı hesaba çekilme korkusu yaşıyor. Bu yüzden tek taraflı beyanla, kağıt üstünden hemen tedbir kararı veriyor. Çünkü toplumsal baskı karşısında onlarında eli kolu bağlı durumda. Erkek açısından bu kararları ihlal etmenin yaptırımı ise; hapis cezasıdır. Örneğin uzaklaştırma kararına rağmen, evinizden şahsi bir eşyanızı almaya veya özlediğiniz çocuğunuzu görmek için evinize gitmeniz halinde, eşiniz tarafından ihbar edilirseniz şayet, ihlal edilen tedbirin niteliğine ve aykırılığın ağırlığına göre hâkim kararıyla hapsi boylayabilirsiniz. Tüm bu kararlar tek taraflı kadını korumak açısından ele alınırken, evinden atılan erkeğin nerede kalacağı veya ne yapacağı hiç hesaba katılmamış, kimi kimsesi olmayan bir erkeğin düştüğü durum göz ardı edilmiştir. Dram buradadır.

Birkaç gün önce sosyal medyada Erzincan’da yaşayan ve mütedeyyin olduğu anlaşılan bir adamın, kızına kızması neticesi eşinin şikayeti üzerine 6 ay evinden uzaklaştırılması neticesinde, kış günü aracının içinde yaşamaya mahkum olmasına daha doğrusu dramına şahitlik ettik. Adam adeta yalvarıyor ve devletin bu yanlıştan dönmesini istiyordu. Anlaşılan o ki; bu kanun bahsettiğim üç uygulamada erkeğin evinden atılmasına ve evdeki baba figürünün vasfını kaybetmesine sebep olmuştur. Fıtri olarak koruyan/kollayan olması gereken erkek, bunlar gibi birçok olayda adeta aciz ve çaresiz bırakılmış durumdadır. Kadına pozitif ayrımcılığın tercih edildiği süreçte bu yasa, erkekleri, uygulamada ezen ve aile içindeki saygınlığını yok eden bir sonuç doğurmuştur.

Burada bitse mesele iyi, ama bitmiyor. Bir başka sakınca ise; bu uzaklaştırma kararlarının, aile mahkemelerinde ileride açılacak muhtemel boşanma davalarında erkeğin aleyhine delil niteliği taşıdığı ortaya çıkınca, yalan/yanlış şikayetlerle erkeklerin adeta mevzuat linci yaşamasıdır. Bunu keşfeden art niyetli bir kadının, ahlaki değerleri bir kenara bıraktığı vakıalarda bu yasa erkek aleyhine adeta bir silah gibi kullanılmaktadır. Bütün anlatılanlar ışığında söylemek gerekirse resmiyetin, polisin, hakimin ve mahkemenin eşler arasına girmesiyle yaşanan soğukluk ve travma, daha büyük olmakta, yeniden barışma imkanı ve aileyi kurtarma ihtimali azalmaktadır. Erkeği ezen uygulamalar aradaki öfkeyi ve nefreti tetiklemeye sebep olmaktadır. Pansuman tedbirle iyileşecek yara adeta kangrene dönüşmektedir. Bu yüzden 6284 sayılı yasanın dokunduğu ailelerdeki boşanma oranları istatistiki olarak daha yüksektir.

Yani sözün özü; hiç kimse kusura bakmasın ama önce aileyi, sonra kadını korumak için çıkarılan yasa, temelde bu milletin inanç ve değerlerine, örf ve geleneklerine aykırı olarak evin iç işlerine müdahale etmekle, riski büyütmüş ve ailenin dağılması daha da kolaylaşmıştır.  O yüzden feryadı figan her geçen gün artmaktadır. Bu sesi duyması gerekenler eğer ihmale devam ederlerse, uygulamadaki suiistimalleri önleyecek mevzuat değişiklikleri yapmazlarsa korkarım ki; ne şiddet, ne cinayet, ne de boşanma davaları asla azalmayacak, aileyi koruma kanunu, aileyi dinamitlemeye devam edecektir. 10/02/2020

 

 

 

1 Yorum

mahmut çolak

mahmut çolak

06 Mart 2020
Allah razı olsun çok isabetli bir yazı ve analiz olmuş

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri