ÖĞR. GÖR. OSMAN UTKAN

PİŞMANLIK DEPREMİ

Her zaman olduğu gibi eve geç saatlerde gelmişti. İşinden dolayı çok çalışması ve kazanması gerekiyordu. Eşi onu akşam yemeği için aradığı zaman o da “Siz yemeğinizi yiyin. Ben gecikeceğim.” demişti.

Hasan kendi işyeri olan, ithalat ve ihracat işleri yapan bir iş insanıydı. Acımasız rekabetin kol gezdiği piyasada tutunmak için çok ama çok çalışmalıydı. Her gün sabah erkenden ofisine gidiyor ve gün boyu çalışıyordu.

Hasan’ın dünyalar tatlısı iki kızı ve bir oğlu vardı. Kızlarından Pınar on, oğlu Ayaz yedi ve diğer kızı kardelen ise 4 yaşındaydı. Onlarla sınırlı bir şekilde ilgilenebiliyordu. Çoğu zaman eve vardığı zaman çocukları çoktan uyumuş oluyordu. Onları uykuda Evde ailesiyle haftada bir defa kahvaltı yapsa onu kendisine kâr sayıyordu. “Nihayetinde onlar için çalışıyorum.” Diyerek kendini teselli ediyordu.

Her evde olduğu gibi onun evinde de bazen kavga nizah yaşanabiliyordu. Eşiyle bir her evde olabilecek olan türden sıkıntılar yaşanmıştı. Hasan, birkaç gündür eşiyle de hafif limoniydi. Aralarında soğuk bir rüzgâr vardı. İki gündür gece yatağa girdiğinde sırtını dönüp uyuyordu. Zorunda olmasalar belki de konuşmayacaktı.

Geç saatte işten çıktığında kendisini epey yorgun ve acıkmış hissediyordu. Bir an önce eve gidip hızlı bir şekilde bir şeyler atıştırmak ve uyumak istiyordu. Hava da hiç olmadığı kadar soğuktu ve kar yağıyordu. Kendi kendine “Bu ne soğuk!” demekten alıkoyamadı.

Eve geldiğinde, saatine baktığında saatin 22.35’i gösterdiğini fark etti. herkesin uyumuş olduğunu far ketti. Hasan sessizce ilk olarak çocukların odalarına gitti. Kızları Pınar ve Kardelen’in odasına girip onların saçlarını ve yüzlerini okşadı. Sonra onların alınlarına birer öpücük kondurdu. Sonra Ayaz’ın odasına gidip aynı şekilde onu da öpüp okşadı. Çoğu zaman çocuklarını uyurken sevebiliyordu. Bunun burukluğunu da hissediyordu.

Kendisine ayrılan akşam yemeğini görünce yüzünü buruşturdu. Patlıcan musakkayı çok da sevmezdi. Onun yanına yapılan pirinç pilavından bir iki kaşık aldı. Sonra oflayıp puflayıp, tam doymadan masadan kalktı. Üstünü değiştirip yatağa yöneldiğinde eşinin mışıl mışıl uyuyordu. Çocuklara dokunduğu gibi ona da dokunup saçlarını okşamak istedi ama yapmadı. Oda yatağın bir tarafına kıvrılıp uyudu.

Eşi Melek’in bağırmasıyla uyandı. O kadar yorgundu ki sarsıntı onu uyandıramamıştı. Deprem oluyordu. Çok şiddetli sallanıyorlardı. Çocukları da korkuyla bağırmaya başlamışlardı. Çocuklar bir taraftan ağlıyor bir taraftan çığlık atıyorlardı. Hasan ve eşi çocuklarının yanına varmak için yataktan adeta uçmuşlardı. Hasan eşine oğlu ayazı almasını ve salona getirmesini, söyledi. Kendisi de kızlarını odasına gidip onları kucakladığı gibi onları salona getirdi. Amacı bütün aile bir arada olmaktı.

Ayakta durmakta zorlanıyorlardı. Salona vardıklarında hasan ve kızlar yemek masasının yanına çökmüş ve çocuklarını kucağında sıkıca tutuyordu.  Eşi oğlu ayaz ile koltuğun dibine oturmuş ve koltuğa tutunmuşlardı. Duvarlar gidip geliyordu. Bu arada camlar patladı. Sonra avize büyük bir sesle yere düştü. Derken elektrikler kesildi. Bir anda karanlık çökmüştü. Çocukların çığlıkları korkuyla birleşti.

Deprem duracak dedikçe, durmuyordu. Sarsıntılar korkunç bir şekilde sürüyordu. Hasan “Allah! Allah!” diyordu. Bir taraftan da “Korkmayın çocuklar! Şimdi duracak!” diyordu.  Hasan ömrü hayatında değişik zamanlarda depremler yaşamıştı ama böylesini hiç görmemişti. Kendisi de çok korkuyordu.

Binaları yeni bir binaydı. Yedi katlı binanın dördüncü katında oturuyorlardı. Müthiş bir gürültü ve uğultu vardı. Büyük bir patlama sesine benzer sesler duymuşlardı. Binaları sanki karşı binaya çarpıp geri geliyor gibiydi. Ve bir anda büyük bir gürültüyle binaları üstlerine yıkıldı.  Büyük gürültüden sonra müthiş bir sessizlik çöktü.

Hasanın üstünde çok ağır bir yük vardı. Salondaki masa onun üzerindeydi. Onunda üstünde beton bloklar vardı.  Küçük kızı Kardelen, bina yıkılırken ondan yarım metre uzaktaydı. Öbür kız ise sırt tarafında kalmıştı. Acı ve korku içinde inlemeye yakın sesleri geliyordu. Kendi bacakları da betonların içinde kalmıştı. Büyük ihtimal kırılmış olduğunu düşündü.

Her taraf toz duman haldeydi. Molozların arasında kalmışlardı. Nefes bile almak çok güçtü. Karanlığın da karanlığı vardı. Hayatı boyunca böyle bir karanlığa düşmemişti. Çocuklarını ve eşini göremiyordu. Sessizlik çöktüğünde Hasan eşine seslendi: “Melek sesimi duyuyor musun? Melek! Melek!” hiçbir ses gelmedi.

Hasan çocuklarına seslendi sonra. “Pınar kızım!” Pınar! Beni duyuyor musun?” Pınar güç bela konuşarak “Baba! Buradayım! Kımıldayamıyorum. Kolumun birisi ve ayağımın birisi çok ağrıyor. Baba çok acıyor!” dedi. O da “Dayan kızım. Kurtulacağız.” Demekle yetindi. Oğlu Ayaz önce “Anne!” sonra da “Baba!” siye var gücüyle sesleniyordu.

Hasan “Ayaz Oğlum! Nasılsınız? Annen nasıl?” diye bağırdı. Ayaz annesinin yanında olduğunu ve ona sarılmış olduğunu söyledi. “Annen nefes alıyor mu yavrum?” diye kahredici bir soru sormak zorunda kaldı. “Evet, Baba!” cevabını alınca içinden bir ‘oh’ çekti. Demek ki baygın bir halde, diye düşündü.

Küçük kızı kardelen ile ondan yarım metre uzaklıktaydı. Onun ellerinden tutmuştu. “Kardelenim! Canım! Güzel kızım! Korkma emi!” dedi.   Kardelen “Baba yanına gelmek istiyorum ama kımıldayamıyorum.” dedi. Hasan ağlıyordu ama metin olmak zorundaydı. Yerinden kımıldasa hemen Kardelen’e de diğer çocuklarına da ulaşacaktı. Mezar gibi bir yerin içindeydi sanki. Çaresizlik ne kadar kötü bir şeydi. Çocuklarına ulaşamamak korkunç bir durumdu. Sadece sol kolunu hareket ettirebiliyordu, çok büyük bir yükün altındaydı ve tanımlanamayacak acılar çekiyordu.

İlk anda yardım istemeliyim, diye düşündü. “İmdaat! İmdaaat! İmdaaaat!” avazı çıktığınca bağırmaya başladı. Ama sesini duyan kimse yoktu. Bütün bir bina yıkılmıştı, anlaşılan. Deprem olalı çok geçmemişti ki tekrar sallantılar başlamıştı. Tekrardan “Allah! Allah! Allah! Bismillah! Bismillah!” derken bir taraftan da “Çocuklar korkmayın! Ben buradayım! diyordu. İkinci sarsıntı da çok şiddetli olmuştu. Kendi kendine “Malatya dümdüz olmuştur.” diye düşündü ve ağır bir hüzün çöktü üzerine.

İkinci sarsıntıyla birlikte eşi Melek kendine gelmişti. Melek’in, “ Hasan orda mısın? Sesim geliyor mu?” diye seslendiğini duydu. Hasan da onun sesini duyduğunu söyledi. Hemen nasıl olduğunu ve Ayaz’ın durumunu sordu. Melek Başından darbe aldığını ve başının betonun arasında sıkışmış olduğunu çok acı çektiğini, söyledi. Ayaz’ın kucağında ona sarılı olduğunu, iyi olduğunu söyledi.

 Beklemekten başka çare yoktu. Çocukları ve eşiyle konuşarak ve onları konuşturarak, onların uyumalarını önlemek istiyordu. Küçük kızı kardelen sıkıca tutmuştu babasının ellerini. “Baba bizi kurtaracaklar mı? diye soruyordu. “Tabi ki kızım az sabır edin kurtaracaklar.” diyordu. Sonra “Baba ben çok susadım. Su içmek istiyorum.” dedi. “Kızım biraz sabır! Çıkınca bol bol su içeceğiz inşallah.” demişti.

Kardelen, betonların arasından güç bela konuşmaya devam etti: “Baba benim uykum geliyor.” Hasan “Sakın uyuma güzel kızım!” diyordu. Bunu defalarca yalvarırcasına söylemişti. Birazdan küçük kızı, çok sevdiği can paresi kızından ses seda kesildi. “Kardelen! Kardelen!” diye seslendi. Ama bir cevap alamadı. Yavrusunun elleri soğumaya başladı. Soğuk havadan elleri soğusaydı keşke. Küçük kızın elleri ve kolu artık buz kesmişti. O an Hasan, biricik kızının can kafesini terk ettiğini anladı. Ağladı sessizce. Çünkü diğerleri bilmesin, istedi. Onlar da üzülmesinler istedi.

Melek güç bela “Hasan Kardelen’e ne oldu? diye seslendi. Hasan yarı ağlamaklı olarak “Bayıldı galiba! Bir şeyi yok!”  dedi. Yavrusunun öldüğünü nasıl söylesin ki. “İnşallah çıkacağız. İyi olacağız.” demekle yetindi.

Saatler geçiyordu. Gelen giden yoktu. Mezarın içinde gibiydiler. Yaşarken mezara girmek, ölmeden ölmek ya da ölümü beklemek çak garip bir şeydi. Melek her seferinde Kardeleni sordu. Hasan artık cevap veremiyordu. Susmayı tercih ediyordu. Nihayetinde Hasan “ Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz.” Ayetini okudu. Bunun üzerine kadın yavrusunun vefat ettiğini artık anlamıştı. O da sessizce ağladı. Gözyaşları yanağından süzülerek Ayaz’ın yüzüne akıyordu. Kımıldayamadığı için gözyaşlarını silemiyordu bile.

Bir insanın bu hayatta görüp görebileceği en büyük acıyı yaşıyorlardı. Hasan ve Melek çok sevdikleri kızlarının hayattan koptuğuna şahitlik etmişlerdi. “Daha o çok küçüktü.” diye düşündü Melek. “Keşke ben ölseydim onun yerine.” diye diledi. Hasan “Fatiha” okudu defalarca. Yavrusunun ellerini sıkıca kavramıştı.  O elleri son ana kadar bırakmadı.

Ne kadar süre geçtiğini bilmiyorlardı. Hasan, eşinin iyi olmadığını anlıyordu. Ona  “Hakkını helal et!” dedi. Melek’in bilinci bazen gidiyor bazen geliyordu. “Melek hakkını helal et lütfen!” diye tekrar tekrar söyledi. Melek’in sesi bazen geliyordu ama başka şeyler söylüyordu. “Melek! Melek!” diye ısrarla seslendi. Bir ara “Hasan hakkım helal olsun. Sen de helal et!” diye cevap verdi. Hasan da “Helal olsun hayatım. Ama kendini bırakma. Allah’ın izniyle çıkacağız buradan.” dedi.

 Bir ara Melek “Hasan çıkarsan, çocuklarıma iyi bak tamam mı!” deyiverdi. Hasan “ İnşallah beraber çıkacağız. Öyle deme lütfen!”  diye cevap verdi. Hasan son olarak eşinin “Kardelen! Kızım!” dediğini işitti. Ve bir daha eşinden ses çıkmadı. Hasan anladı ki eşi tıpkı adı gibi “Melek” olmuştu.

Çaresizlik bu kadar zor olabilir miydi bir insana. Bu hayatta ne büyük işler başarmıştı oysaki. Tuttuğunu koparan bir kişiydi. İşinde rekabetçi ve gayretliydi. Hayatta başaramayacağı üstesinden gelemeyeceği şeylerin olmadığını düşünürdü. Ama şimdi ise kolu kanadı kırık bir şekilde ve çaresizliğin dibini yaşıyordu. Önce avuçlarının arasından yavrusunun kayıp gittiğini ve bir cennet kuşu olduğunu; ardından hayat arkadaşının gözlerini kapadığını, nefesinin bittiğini görmüştü.

“Ah be yavrum! Seninle dolu dolu zaman geçiremedim. Çoğu zaman sen uyurken geldim yanına seni uyandırmayayım diye yavaşça sevdim.” diye düşündü. Pişmanlığın en derininde betonların yükünden daha fazla üstünde bir ağırlık hissediyordu. Bedenin yaralarının kıymeti yoktu, artık. İçi kıyılıyordu. Yapabilecekken yapamadıkları için.

Eşi Melek, çocuklara kendisinin yokluğunu hissettirmemek için nasıl da gayret gösteriyordu. Onların okulu, yemeği, temizliği daha birçok şey için kendisini paralıyordu. Şimdi de evladı Ayaz’ı yalasın diye kendini feda etmişti.  “Oysa ben ona, son zamanlarda ne kadar da kaba saba davranmıştım. Son gün yemek için aradığında gitmemiştim. Geç saatte eve gidip hiçbir şey demeden uyumuştum.  Yazıklar olsun bana!”  diye düşünerek kahroldu. Yaşarken kıymetini bilemediğini, yeterince zaman ayıramadığını aklına getirdikçe kahroluyordu.

Pınar bir ara “Baba ölecek miyiz?” dedi. Hasan “Hayır kızım! Bizi kurtaracaklar inşallah. Hadi Allah’a kurtulmak için dua edelim birlikte.” bedi. Pınar’ın canı çok acıyordu. Büyük kız olduğundan olsa gerek güçlü bir kızdı. Bunu belli ettirmiyordu. Hasanın arkasında olduğu için pınarın ellerinin ona dokunduğunu bilmek onu güçlü kılıyordu. “Kızım, elini benden, sırtımdan asla çekme” diyordu. Pınar her ne kadar ona tutunarak kendisini güvende hissetse de asıl hasan ondan destek alıyordu.

“Sakat kalır mıyım baba?” dedi bir ara Pınar. Hasan “Kalmazsın inşallah. Bir şey olmaz. Ben varım yanında. Yeter ki çıkalım, gerisi kolay. Sen şimdi bunları düşünme. Dua edelim.” Ayaz bazen uyuyor bazen kalkıyor babasıyla sohbet ediyordu. “Üşüyorum, çok soğuk!” dedi bir ara.  Hasan da belki ısınır birazcık diye “Oğlum annene sarıl.” dedi. Ayaz “Annem de çok soğuk”  diye cevap verdi. İnsanın annesi gitti mi bir kere hayat onu her zaman üşütür, diye düşündü. Sabret demekten başka bir kelimesi yoktu.

Çok acıkmış ve susamıştı. Çocuklar da öyle. Oysaki deprem akşamı evde musakka var, diye kızmıştı. Nasıl da nimetlere karşı nankör davrandığını düşündü. İçinden sürekli pişman bir şekilde tövbe etti. Aslında içtiği her yudum suyun ve yediği her lokmanın ne kadar kıymetli olduğunu enkazın içindeyken anlamıştı. İçinden “Hayatta kıymetini bilmediğimiz o kadar çok şey var ki!” diyerek pişmanlık duydu.

Bazen uyudular bazen kalktılar. Arada yardım istediler. Artık ağızları dilleri kurumuştu. Seslenmeye mecalleri kalmamıştı. Bir ara yukarıdan “Sesimizi duyan var mı? Varsa ses verin!” diye bir ses duydular. Var güçleriyle “Buradayız!” diye bağırmaya başladılar. Hasan küçük kızının elini bırakarak bir taş alıp betona vurmaya başladı. Yukarıdan “Sizi kurtaracağız.” dediler. Herkese bir heyecan gelmişti.

Kurtarma ekipleri saatlerce çalışarak onlara ulaştılar. Zonguldak ekibiymiş onları almaya gelenler. Üstlerindeki beton bloğa bir delik açtıklarında ve üstlerinden masayı kaldırdıklarında içeriye gözleri kamaştıran bir ışık girmişti. Önce kızlarının ve oğlunun alınması istedi. Ekipler herkesi alacaklarını söyleyerek önce Hasanı çıkardılar. Hasan “çocuklarım ve eşim içerde. Lütfen acele edin.” Diye diye yukarı çekildi.

Hasan sedyede yukarıya doğru çekilirken ilk gördüğü, güzeller güzeli gökyüzü oldu. Gökyüzünün hiç bu kadar güzel görüneceğini hiç düşünememişti. Ama kurtulduğuna sevinemiyordu. Çünkü geride bıraktığı iki canı vardı. Hayatı kararmıştı. Gün yüzüne çıksa ne olur ki.

Enkazın altında takriben üç gün kalmışlardı. Dışarıda gördüğü manzaralar korkunçtu. Her taraf mahşer yeri gibiydi. Sanki kıyamet kopmuştu. Çocuklarını beklemek istedi. Ama hızlı bir şekilde hastaneye götürdüler. Akrabalarını gördü orada. Onlardan çocuklarına ulaşmalarını, istedi.  Fazla geçmedi oğlu Ayaz ve kızı Pınar da aynı hastaneye getirildiler. Eşi ve küçük kızı hayatını kaybetmişlerdi. Onların cansız bedenlerini enkazdan çıkarmışlardı. Hasan ve çocukları hastanede tedavi olurken eşini ve çocuğunu toprağa vermişlerdi. Son görevini yapmak ve vedalaşmak bir daha nasip olmadı.

Deprem olmuş ve altında kalmışlardı. Çıktıklarında hiçbir şeyleri kalmamıştı. Sevdiklerinden canlarından ayrılmışlardı. Her gün koşturduğu işleri bitmiş zamanının çoğunu geçirdiği ofisi de yıkılmıştı. Evi ve arabası da yaşanan depremde gitmişti. Şimdi iki çocuğu için hayata tutunmak zorundaydı.

Hayatı ağzında kekremsi bir tat ve boğazında tanımsız bir düğüm ile sürdürecekti. Depremin yorgunluğu vardı üstünde. Bu insanın yorgunluğu, ruhun yorgunluğu bir daha bitmeyecek bir yorgunluk gibiydi. Acılar birikiyor insanın içinde. Eşin acısı, çocuğunun acısı onun içinde birikti.

Bütün bu acılara rağmen insanı ayakta tutan bir şeyler vardır. İnsanı ayakta tutan yeniden başlamaktır. Nihayetinde hayat devam ediyor. Evet, hayat bitti gibi görünse de hayat devam etmeye devam etmekteydi. Bütün bu acılarına rağmen evlatları için hayata tutunmak zorundaydı.

 

 

1 Yorum

Cesim ÇOBAN

Cesim ÇOBAN

23 Ağustos 2024
Toplumun acılarını paylaştığınız için teşekkür ederim hocam.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri