ÖĞR. GÖR. OSMAN UTKAN

Emel ve Ecel

EMEL VE ECEL

Onlar çocukluklarından beri, iki yakın arkadaştı. Neredeyse yedikleri içtikleri hiç ayrı gitmemişti. Çocukken beraber oyunlar oynamışlar ve beraber arşınlamışlardı mahallenin sokaklarını.  Bahçelerde meyve ağaçlarına çıkarlar hem güzelce karınlarını doyururlar hem de ağacın dallarında oturarak sohbet ederek gönüllerini de doyururlarmış.  Öyle ki Selim ve Mehmet’in dostluğu mahalle tarafından dahi konuşulurmuş.

Çocukluk gençlik derken iki arkadaşın dostlukları daha anlamlı bir hale gelmişti. Geleceğe dair hayaller kuruyorlar ve planlar yapıyorlardı. Nerde çalışacakları, kimle evlenecekleri, kaç çocuklarının olmasını istedikleri ve nerede yaşayacakları gibi hayaller kuruyorlardı. Bu hayallerin ortak tarafı ne yaparlarsa yapsınlar bir arkadaş diğer arkadaştan ayrı olmayacaktı. Biri diğerinin hayalinde hep var olacaktı.

Lise eğitimini aynı okulda tamamlayan iki arkadaş üniversiteyi kazanmışlardı. Ayrı bölümler dahi olsa aynı şehirde lisans eğitimlerini yapıyorlardı. Üniversite döneminde de aynı evde kalıyorlardı.  Dört yılın sonunda ikisi de okullarından mezun olmuşlardı. Üniversite sonrası askerlikti, iş bulmaydı derken yıllara hızlıca akıyordu.

İki arkadaş da Ankara da memur olmuşlardı. Aileleri onları evlendirmek için çoktan kollarını sıvamıştı.  Kız istemeler, sözler, nişanlar, nikâhlar ve düğünler derken aradan geçen iki sene içerisinde ikisi de hayırlısıyla evlenmişlerdi. Bu süreçlerde hep birbirlerine destek olmuşlardı. Birbirlerinin nikâh şahitliklerini de yapmışlardı.

Hayat çabucak geçiyordu. Bebekler dünyaya gelmiş ayaklanmışlar derken yürüyor ve koşuyorlardı. Doğan çocuklar büyürken aslında anne babalarını yaşlandırıyorlardı. İki arkadaşın da ikişer yavruları olmuştu. Çoluk çocuğa karışmış olmalarına rağmen dostluklarında hiçbir zaman azalma olmamıştı. Sıklıkla birbirlerine aile ziyaretleri yapar ve uzun uzun sohbetler ederlerdi. İki arkadaşın eşleri de birbirlerine iyi dostlar olmuşlardı. İki arkadaşın çocukları da birbirlerine abi kardeş gibi arkadaşlar olmuşlardı.

Yıllar yılları kovalıyor zaman ırmağı akmaya devam ediyordu. Selim ve Mehmet artık orta yaşlarını yaşıyorlardı. Ayrı mahallelerde bina dairelerinde ikamet eden iki arkadaş buluştuklarında “Beraber bir arsa alalım. Üstüne de çok güzel bir sırt sırta iki villa dikelim” diye murat ediyorlardı. Emekli olduklarında bina hayatından ve betondan kurtulacak bu müstakil evlerinde, mutlu mesut olarak hayatlarının geri kalanını geçireceklerdi.

İlk fırsatta güzel bir yerden arsa bakmak gerekliydi. Baktıkları yer hem şehrin yakınında olmalıydı hem de şehrin gürültüsünden ve patırtısından uzak olmalıydı. İki arkadaş sıklıkla bunun için buluşuyor internetten ilanlara bakıyorlar ve değerlendirmeler yapıyorlardı. Emlakçı dostlarına da haber salarak iyi bir arsa denk getirmeye çalışıyorlardı. Nihayetinde istedikleri gibi bir arsa bulmuşlar ve onu ortaklaşa satın almışlardı. Çok önemli bir hayallerini gerçekleştirmenin sevincini yaşıyorlardı.

Satın aldıkları arsayı temizlemiş ve düzenlemişlerdi. Sonrasında arsanın etrafını da duvarla kapatmışlardı. Ara ara arsalarına gidip evi nereye konumlandıracağı, evin nasıl olacağı, kaç odaya sahip olacağı gibi konuları konuşuyorlardı. Bazen sadece bu konuları konuşmak için buluşuyorlardı. Yapacakları villaya dair fikirleri ve düşünceleri birbiriyle paylaşıyorlardı. İki arkadaş da çok heyecanlıydı.

Emekli olduklarında alacakları ikramiyeleri kendi birikimlerine ekleyerek hayallerindeki evi yapacaklardı. İlk fırsatta genç denecek yaşta emekli olmuşlardı.  Artık hayallerindeki evi yapma zamanı gelmişti. Mimarla görüşüp kendi hayallerindeki evi anlatmışlardı. Mimar onlara tam istedikleri gibi bir plan çıkarmıştı. Artık temel atma zamanı gelmişti.

Yıllardır Ankara’da olan iki arkadaşın geniş sayılacak çevreleri vardı. İnşaat yapan müeahhit bir arkadaşlarından destek olarak inşaata koyuldular. Temelinde kurbanlar kestiler. Yaz sonlarında başlayan inşaatın kabası üç ay içerisinde tamamlanmıştı. İnşaatın kabasından sonra dış kaplaması yapılmıştı. Pencereler ve kapılar da takılınca dışardan bakılınca istedikleri gibi bir villaya benzemişti.

Kış ayları gelmiş havalar iyiden iyiye soğumuştu. İnşaat işleri kaba anlamda bitmişti. İki arkadaş artık hızlıca villalarının içerisini de bitirip gelecek bahara oraya taşınmak istiyorlardı. Evlerinin bahçesine birçok ağaç fidesi dikmişlerdi. Bahar geldiğinde yakut gibi çimler bahçeyi kaplayacaktı. Bahçeye yaptıkları kamelyada sabah kahvaltılarını yapacaklardı. Yıllardın hayallerini kurdukları yeni yaşamları için artık her şey tamam gibiydi.

Hani derler ya “İnsan hesap yaparmış Azrail gülümsermiş.” diye. Bir akşam Selim binadaki dairesinde akşam yemeğinden sonra fenalaşır. Acil olarak hastaneye kaldırılır. Kalp krizi geçirmiştir. Doktorların tüm müdahalelerine Selim hayata döndürülemez.  Cenaze işlemleri yapılır ve Selim memleketinde toprağa verilmek üzere uğurlanır.

Şu dünyada emeller uzun; hayat ise çok kısadır.  Can dostunu kaybeden Mehmet’in ise tadı tuzu kalmamıştı. Yaptıkları eve gitse ruhunu mutluluk yerine hüzün kaplıyordu. Ölenle ölünmüyor nihayetinde. Mehmet evleri tamamlamak niyetine girer. Baharla birlikte işleri bitirerek eve yerleşmek istiyordu.

İmam Suyuti’nin naklettiğine göre Peygamberimiz hayat ağacından bahsetmiştir. O ağaçta herkes için bir yaprak olduğu ve vadesi dolan insanın yaprağı kırk gün önce görevli ölüm meleğinin önüne düşermiş. Ölüm meleği, eceli gelen kişiye bakar acı acı gülümsermiş. “Ben bu kişinin canını alacağım ama kendisi hangi ulaşılmaz emellerin ve işlerin peşinde” dermiş.

Mehmet’te eskiden gelen bir tansiyon vardı. Genel itibariyle ilaçlarla kontrol altında tutuyordu. Arkadaşının vefatından sonra canı çok sıkılmış olduğundan olsa gerek tansiyonu sıkıntı çıkarmaya başlamıştı. Baharın ilk günlerinde evde kimse yokken tansiyonu fırlamış ve sonucunda beyin kanaması geçirmişti. Eve gelenler adamı yerde atarken bulmuşlardı. Bir haftalık yoğun bakım sürecinden sonra Mehmet’de hayatını kaybetmişti.  Selim ve Mehmet bir ömür hayalini kurdukları evlerine oturamadan vefat etmişlerdi.  Yani iki arkadaş emellerine kavuşamadan ecellerine kavuşmuşlardı.

Hz. Peygamber bir gün eline iki taş alarak taşları aynı anda fırlatmış. Taşlardan birisi peygamberimizin yakınına; diğeri ise uzağa düşmüştür. Hz. Muhammed (AS) “Bu nedir biliyor musunuz?” diye sormuş. Yanındaki sahabeler “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” demişlerdir. Bunun üzerine peygamberimiz “Uzağa düşen taş insanın emeli; yakına düşen taş ise insanın ecelidir.” diye buyurmuştur.

3 Yorum

Meryem Dağdelen

Meryem Dağdelen

21 Temmuz 2022
Çok ama çok güzellll

Fevzi DAL

Fevzi DAL

22 Temmuz 2022
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince...Hergeçen günün hülayası silinecektir...Rahmetle yaşamak ebediyyet budur amma... Ben sessiz yaşadım beni kim nerden bilecektir... Mehmet Akif ERSOY

İbrahim Birol

İbrahim Birol

22 Temmuz 2022
@Hayat fani, ahıret baki” sözünün vücud bulmuş hali. Kaleminize kuvvet sevgili hocam, tefekkür edilesi bir hikaye. 👏

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri