- 15 Ekim 2024 - ''KÖFTECİ'' YUSUF’LARI KUYUDAN ÇIKARMAK GEREK
- 03 Ekim 2024 - AYIK OLMAYA DAİR BİR MANİFESTO!
- 25 Mayıs 2024 - SOYKIRIM HİÇ BİTMEDİ!
- 25 Aralık 2023 - NEDEN KARŞI ÇIKIYORUZ?
- 28 Ekim 2023 - Sessizliğin Sağır Edici Çığlığı!
- 22 Ekim 2023 - Meryem ve İsa olabilmek…
- 31 Mayıs 2023 - Başkanıma Açık Mektup
- 29 Mayıs 2023 - Zincirlerimizden mi Kurtuluyoruz?
- 14 Nisan 2023 - Ne Direniş Bitecek Ne De Zulüm
- 09 Mart 2023 - İttifaklar Arasındaki Görülmek İstenmeyen Fark
- 24 Kasım 2022 - Mesele Mustafa Kemal değil, Kemalizm…
- 21 Haziran 2022 - ÖSYM Sınavlarındaki Garabetler…
- 11 Haziran 2022 - Muhacirlerle İmtihanımız…
- 19 Şubat 2022 - Algıda Manipülasyon ve Gerçeklik Algısının Bozulması
- 18 Ağustos 2021 - Kimdir Bu Taliban ve Yaşananlara Nasıl Bakmalıyız ?
- 12 Temmuz 2021 - Onyedi Yaşında Olmak ve Mücadele
- 20 Mart 2021 - Şimdi Sıra Bizde…
- 04 Şubat 2021 - Mutluluğa Bir Adım...
- 23 Ocak 2021 - Kudüs…
- 14 Ağustos 2020 - İyilik Öncüleri (Habeşistan) -2-
- 05 Ağustos 2020 - İyilik Öncüleri
- 11 Temmuz 2020 - Ayasofya Kurtuldu, Ya Kalbimiz?
ERDAL ERGENÇ
Allah’ın Kudreti İle Yarışmak!
ALLAH’IN KUDRETİ İLE YARIŞMAK!
06-02-2023 sabahına derin bir korku ve kaygı ile uyandık Reyhanlı’da. Adeta dakikalarca süren şiddetli bir yer sarsıntısının, yürekleri ağızlara getiren ve sığınılacak hiçbir yerin olmadığını beynine vura vura hissettiren bir afetin içinde bulduk kendimizi. Yapabildiğimiz tek şey Yaradanın büyüklüğünü tekrarlayıp, yatağın kenarına çökmekti.
Sabah olduğunda üzerine uyandığımız felaketin ne kadar büyük olduğunu fark ettik. Önce Kahramanmaraş’tan sonra Gaziantep’ten, Adana’dan, İskenderun’dan, Malatya’dan, Adıyaman’dan, Hatay’dan gelen haberlerle birlikte toplamda 100 bin kilometrekareyi etkileyen ve 30 bin petjul enerjinin ortaya çıktığı muhteşem bir güç ile karşı karşıya kaldığımızı gördük.
Depremin ilk saatlerinde Antakya’ya hareket ederek enkaz altında kalan ya da enkazdan kurtulan ve yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım etmek için yola koyulduk. Deprem bölgesine çok yakın olmasına rağmen Reyhanlı’da neredeyse hiçbir hasar ile karşılaşmadık. En azından geçtiğimiz bölgede hasarlı bina görmedik.
Ancak Antakya’ya yaklaştıkça o muhteşem gücün yeryüzünü nasıl etkilediğine şahit olmaya başladık. Yollar kağıt gibi yırtılmış, çökmüş, köprüler yıkılmış, köprülerin başlangıç ve bitiş noktaları çökmüş ya da yükselmiş, tek katlı bile olsa neredeyse tüm binalar yerle bir olmuştu. Ayakta kalan binalar ise ürkütücü bir şekilde her an yıkılacakmış gibi duruyordu. Şehre yaklaştıkça, canlı olarak çıktıkları evlerinden uzaklaşmak isteyen ve büyük bir telaş, korku içindeki insanlar, sabahın ilk saatlerinde araçlarına binerek yollara döküldüklerini fark ettik. Yürürlükte olan hiçbir hukuk kuralı işlemiyordu. İletişim kanalları tam anlamı ile çalışmıyor, internet erişilemiyordu. Kaos ortamını oluşturan her etken Antakya’nın üzerine bir karabasan gibi çökmüştü. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyor, soğuk adeta kemiklerimize kadar işliyordu.
Antakya’ya bir yakınımızın göçük altında kalan anne ve babasını çıkarmak için İHH Arama Kurtarma Birimi tarafından görevlendirilmiştik. Belirtilen adrese ulaşmak için mahalle aralarına girdiğimizde yıkıntılar arasından acı feryatlar, imdat çağrıları ve çığlıklar kulaklarımızı tırmalıyordu. Bu anlarda insan kalabilmek çok zor doğrusu. Tanrısal bir gücünüz olsun istiyorsunuz. Elinizle yıkılarak üst üste birikmiş tabliyeleri kaldırıp arasında kalan, çığlık çığlığa yardım talep eden insanları kurtarmak, bu tabliyeler arasında ezilip kalan cenazeleri çıkarıp usule uygun bir şekilde defnetmek istiyorsunuz. Ama olmuyor.
Parmaklarınla yardım talep eden bir kız çocuğunu kurtarmak için enkazı kazımak istiyorsun ama yarılıyor parmakların, avuç içlerin ve çaresizce haykıra haykıra çaresizliğini gözlerinden akıtıyorsun. Neyse ki Yaradanın verdiği kıt zekayı ve kıt gücü kullanarak Beyan isimli kızımızı, ablasını sağ salim enkazın içinde çıkardık. Bir arkadaşımız ikisini alıp büyük bir ümitle hastanenin yolunu tuttu. Biz enkaz altında kalan başka bir kardeşimizi kurtarmak için çalışmaya devam ettik. Çalışma sırasında 7,6 büyüklüğündeki ikinci deprem oldu. Büyük bir korku ile kendimiz caddeye attık. O kırmaya bile gücümüzü yettiremediğimiz duvarlar, binalar nasılda gözlerimizin önünde sallanıp duruyordu. Gözlerin fal taşı gibi açılmasına, kalbin yerinden çıkacakmışçasına çarpmasına sebep olan o güç ne kadar büyüktü?
Neyse ki kısa bir süre sonra Abdullah kardeşimizi de enkazın altından kurtarmayı başardık elhamdülillah. Bacağı dirseğin biraz üzerinden kiriş altında kalması nedeni ile kırılmıştı ve çok büyük bir acı hissediyordu. Abdullah’ı sedye olarak kullandığımız bir mutfak dolabı kapağının üzerinde caddeye, güvenli bir yere çıkardık. Daha önce enkazdan çıkarılan eşi ve emzikli çocuğunu sokaktaki bir arabaya yerleştirmiştik. Bu arada Abdullah’ın 2,5 yaşındaki Gıyasettin ismindeki bebeğini de maalesef enkaz altında bırakmak zorunda kalmıştık. Elimizdeki imkanlarla gözümüzün önündeki cesedini bile çıkaramadık. Abdullah’ı da eşinin ve çocuğunun sığındığı arabanın yanına uzatıverdik. Üşümemesi için üstünü örtelim dedik ama yangın yeri olan yüreklerimizin aksine battaniye ıslak, yer ıslak, hava soğuk ve yağmur yağmaya devam ediyordu. Abdullah’ı hastaneye götürecek ne bir Ambulans ne de bir araç bulamadık.
Beyan’ı ve ablasını hastaneye götüren arkadaşımız nihayet ikindi saatlerinde geri döndü. Anlattıkları karşısında tekrar dehşete kapıldık. Hastane yıkılmış, yaralılara bakacak doktor yok, hemşire yok, sağlık memuru yok. Hastane enkazının yanına kurulmuş birkaç çadır gelen tedavi taleplerine neredeyse cevap veremeyecek seviyede. Kolu bacağı kopanlar, ezilenler, cenazeler açık havada, yağmur yağıyor ve hava çok soğuk.
Ne yazık ki Antakya’da akşam saatlerine kadar devletin yüzünü göremedik. Birkaç polis memuru, birkaç asker, bir adet itfaiye hepsi bu kadar.
Bu kadar detayı neden anlattığıma geleceğim şimdi. Saat 04:17 de gerçekleşen ilk deprem ve sonrasında yaşanan depremlerden etkilenmemek elbette mümkün değil. Hem toplumsal bir şok yaşıyoruz hem kişisel. Bu dehşet verici güç karşısında afallamamak insanın elinde değil. Bu şoktan kurtulmak için ancak zamanın geçmesi ve zihinsel süreçlerin tekrar normal bir şekilde çalışmaya başlaması gerekir. Bu süreç kimi insanda- toplumda çok kısa sürebiliyor, kiminde ise aylar sürebiliyor.
Antakya’lı kardeşlerimiz bu süreci ikindi saatlerinde atlatmış gibilerdi. Artık aç olduklarını, çeşitli insani ihtiyaçlarının olduğunu fark etmeye başlamışlardı. İnsanlar birincil ihtiyaçları olan güvenlik ve bedensel ihtiyaçlarını karşılamak için etrafında koruyucu bir güç aradılar doğal olarak. Bulamayınca da bu ihtiyaçlarını karşılamak için en kısa yoldan, marketlerden gidermeye başladılar. Kötü niyetli, ahlaksız ve aşağılık yağmacıları bir tarafa koyarsak, bu ihtiyaçlarını karşılamak için en kısa yoldan markete girip ihtiyacı kadar alanları anlayabiliyorum. Hatta hak bile veriyorum. Çünkü aynı şoku Devlet yaşıyor olsa bile, devlet aklının bu şoku kendi tebasından önce atlatması ve tebasını korumak ve ihtiyaçlarını gidermek zorunda olduğunu düşünüyorum. Bunun böyle olduğuna inanıyor olsam bile, 100 bin kilometre kareyi etkileyen bir gücün karşısında hangi güç durabilir diye sormaktan kendimi alamıyorum. Toplamda 13 milyon kişiyi doğrudan hem fiziksel hem psikolojik olarak yıkan bir gücün karşısında hangi devlet, hangi otorite, hangi varlık durabilir sizce?
Gerek sosyal medyada, gerekse ekranlarda “devlet nerede?” sorusunu soranlar (kötü niyetliler, politize olmuş söylemler hariç) elbette haklıydılar. Ama başka bir gerçekte vardı ki bunu ifade edenler deprem bölgesinde devletin de göçük altında kaldığını unutuyordu. Valilik personeli, Sağlık personeli, Güvenlik güçleri, Belediye personeli, İtfaiye personeli, Afad personeli, Arama Kurtarma ekipleri hepsi göçük altında kalmış ve içinde bulunduğu şoktan kurtulmaya çalışıyorlardı. Neyse ki depremin ikinci günü sabahında bu şok atlatılmış ve gerekenler yapılmaya başlanmıştı.
Yaşanan bu stresi fırsata çevirmeye düşünen bazı ahmaklar, güç yarışına girmiş, devletin ne kadar güçsüz ve bir balondan ibaret olduğu algısını insanlar içerisinde yaymaya başlamışlardı. İnsanoğlunun bu hadsizliği karşısında kapıldım asıl şaşkınlığa. Ne yani gerek insan olsun gerek devlet olsun, her şeyi var edenin ve var ettiği her şeyin kaderini elinde tutan Allah’ın bir tasarrufunun karşısında, Yaratanın bu tasarrufunu bertaraf edecek öyle mi? Allah azze ve celle depremi murad edecek, insan tüm acziyeti ile bu muradı değiştirmek yada kendince zararı derhal gidermek isteyecek öyle mi? Bu ne hadsizlik, bu ne kibir dolu bir zihin dünyası. Sen ki nefesini bile kontrol edemeyen bir varlıksın, hayırdır, kendini tanrı mı sanıyorsun? Allah’ın kudreti ile mi yarışıyorsun?
İnsan, insanlığını bile Allah’a borçlu iken nasıl olurda bu kadar nankör ve nisyan içinde olabilir? Kendisine emanet olarak verilen ve zamanı geldiğinde teker teker alınacak her şeyi ilelebet kendisininmiş gibi davranması değil mi insanlığı Allah’ın hesapsız gücü ile yarışma gafletine iten?
Bizler Müslümanlar olarak Allah’a teslim olanlarız. Onun hesapsız gücü ile ne kişisel olarak ne de devlet olarak yarışamayız. Yapmamız gereken tek şeyin gerek Devlet olarak gerekse insan olarak acziyetimizin farkında olup O’nun merhametine sığınmak olduğunu düşünüyorum. Sınırlarını kestiremediğimiz evrende bir noktanın üzerinde yaşayan hiç nispetindeki varlıklardan biri olarak diyorum ki “Dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu” unutmayalım. Allah’ın kudreti ile yarışmak bize hiçbir şey kazandırmadığı gibi aptal durumuna düşürmekten başka bir işe yaramaz. Vesselam.
ERDAL ERGENÇ
KAYSERİ
12-02-2023
2 Yorum
MB
13 Şubat 2023Safa emir
13 Şubat 2023