MEHMET TOPUZ

-YENİ- DÜŞÜNCE KOZASI BU YAĞMUR…

DÜŞÜNCE KOZASI BU YAĞMUR…

Yağmurlu bir mayıs günüydü. Gökyüzünde iki parça bulut güneşin önünü kapatmıştı. Yağmur binanın camlarından süzülüyordu. Araçların silgeçleri, silmek ile geçmek arasında mekik dokuyor; trafikte insanlar bilmem hangi telaşla koşuşturma içindeydi. Sonbahardan kalma günler artık uzakta kalmış, yağmura hasret ağaçlar, kış uykusundan bir bahar mevsimine uyanmıştı. Her şey vaktini bekliyordu galiba.

Bir ilkbahar mevsimi ve yağmur damlalarının, topraktan uzak kaldığı, asfalt kokan şehirlerin hikâyesine dair belki bir betimleme ile ve belki edebiyatın kendi cümleleri içerisinde insana dair ve doğaya dâhildi bu haftanın yazısı ve bu cümleler herkesin yaşamakla meşgul olduğu beşeriyetin ta kendisiydi.

Yağmur… Bu yağmur… Bu yağmur… Tarlanın bir köşesinde toprağı izleyen çiftçinin sevinci olan bu yağmur. Islanmak korkusu ile koşuşan insanın derdi bu yağmur. Ve bir köşede, meteorolojik verileri bir çay eşliğinde havanın bozulduğunu anlatan insanlar… Ve kurumaya yüz tutmuş bir ağacın can bulduğu yine bu yağmur… Rüzgârın esintisi ile hafiften üşüme çaresizliği ile yüzleşen insanın hikâyesi bu yağmur. Ve asfalt kokan şehirlerin girdabından uzakta, yağmur sonrası kokan toprağın hasretini nefesinde hisseden insan. Ve bu yağmur, bereketin yavaş yavaş yeryüzü ile buluşma anı idi.

Memleketin bir köşesinde ve evrenin sonsuzluğu içerisinde cürmü kadar yer kaplayan insan… Doğaya dair verilere tanıklığı ile tanınırdı bu insan ilk çağlardan bu yana… Tanıktı yani… Hayata, doğaya ve galiba kendine… Bu aslında bir hikâyeden ziyade insanın dünyaya dair tanıklığının ilk ifadeleri idi. Alışılmışlık halini de kendi içerisinde barındırıyor gibiydi bir yönüyle… Mevsimlere alışılmışlık haliydi bu. Kış mevsiminin dondurucu etkisinden tutun, yaz mevsiminin sıcağından ve bahar mevsiminin ilk ve son haline kadar… İnsan dünyaya gitgide alışıyordu galiba.

Gök gürültülü bir mayıs ayında, yıldırımlar kızgın çehresinde gökyüzünü aydınlatıyordu. Sonrasında bilmem kaç kilometre öteden duyulan bir ses eşlik ediyordu, insanın kulaklarına. Kulaklar ki duymak istemediği bir sese bir korkunun eşliğinde hayretler içinde bakmakla meşguldü. Bu meşguliyet insanın ilk olmayan tanıklığının tezahürü idi. Ve yağmurlu bir mayıs ayı idi. Ve bu olağan dışı değildi.

Aylar birbirini takip etmişti geçtiğimiz asırlarda. Şimdilerde vakitlerin dahi hesabı bir matematik işlemine konu olmuş, vaktin hızına yetişme telaşında olan insan vardı. Beşeriyetin kendi saati idi belki bu. İnsan kolunda taşıdığı saatin varlığından haberli ya da habersiz, vaktin sınırları içerisinde hızına yetişilmesi gereken bir yarışın içinde gibiydi. Ve bu yağmur damlaları eşlik ediyordu bu yarışa. Gökyüzünden süzülen bu yağmur…

Misafir olduğu düşünülen bu yağmur... İnsanın misafirliğine dair şahitliğini barındırmakta idi içinde. Kaç asırlık şahitliği vardı belki insana ve doğaya dair. Vakit, yaz mevsimini karşılamaya doğru koyulmuştu. Kıştan kalma günler gelecek yılın vaktine dair bilinmeyen bir yaşanmışlığa bırakmıştı kendini. Ve standart verilere dair hesaplar bir kış mevsiminin geleceği güne kadar vaktini bekleyecekti galiba. Misafir olan gerçekten bu yağmur muydu? Yoksa vaktin misafirliğinde mi idi insan ve doğa?

Gök gürültülü bir mayıs ayı idi. Betimlemenin edebiyata dair cümlelerini bir mayıs ayında yağmakta olan yağmurun, insana dair düşünce kalıpları ve doğanın kendi içinde serüveni misafir olmuştu kâğıt ile kalemin hikâyesine.

 Ve bu yağmur… Bu yağmur… Bu yağmur…

Sağlıcakla kalın…

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri