Yusuf Yeşilkaya

Dikkat! Kendi Engelin Sensin!..

Bir mil, yani 1609 metre uzunluk, 4 dakikadan daha kısa bir sürede koşulabilir mi? Bir insan vücudu, bu mesafeyi 4 dakikadan daha az bir sürede koşabilir mi? Hiçbir atlet bu soruya evet cevabını vermiyordu. Hatta spor yazarları, yorumcular, amatör koşucular bile bunun imkânsız olduğunu düşünüyorlardı. Tâ ki, 6 Mayıs 1954’te Roger Gilbert Bannister isimli atlet bunu başarana kadar. Roger Bannister, 1 millik mesafeyi 3 dakika 59,4 saniyede koşmuştu. Roger Bannister,  bunu başardıktan sonraki hafta altı kişi daha bunu başardı. Aynı yıl içinde otuz yedi kişi, bir sonraki yılda ise üç yüz atlet, bir mil mesafeyi dört dakikanın altında koşmayı başardı. Hatta aynı mesafeyi 3 dakika 43 saniyede koşanlar da oldu.  Peki, ne yapmıştı Roger Bannister de bunu başarmıştı? Ya da diğer atletler bunu başarmak için neden Roger Bannister’i beklemişlerdi?

Roger Bannister, antrenmanlarda çok ciddi hazırlandı. Fiziksel olarak yapılması gerekenleri yaptı. Yeterli kas gücünü elde etti. Ama bütün bunlardan daha önemlisi, Roger başarıya beyninde hazırlandı. Koşuya başlamadan önce, defalarca zihninde bir millik mesafeyi dört dakikanın altında koştu. Bunu yapabileceğine kendisini inandırdı. Yarış zamanı geldiğinde,  kasları buna zaten hazırdı. Roger bu başarıya imza attığında, bütün atletlerin beyninde şu yankılandı: “Demek ki oluyormuş”. Bütün insanlar gibi diğer atletlerin de zihnindeki, “olmaz, yapılamaz, koşulamaz, imkânsız” türündeki zincirler kırılmıştı. Zincirler kırıldıktan sonra yeni rekorlar kırılmaya başlandı.

Zincirler kırılmadan başarıya ulaşılmaz. Başarmak için mutlaka bir hedefimiz olmalı. Bu hedefin ulaşılabilir olduğuna önce kendimizi ikna etmeliyiz. Buna inanmalıyız. Ve tabiî ki bizi hedefe götürecek yollarımız yani stratejimiz sağlam olmalı. Seminerlerimde başarıyı: Başarı = % 100 inanç + strateji şeklinde tanımlıyorum kısaca.

Yaptığımız işin adı ne olursa olsun, hangi kimliği ya da unvanı taşıyor olursak olalım yaşamdan bir beklentimiz mutlaka vardır. Geleceğe yönelik hayallerimiz, hedeflerimiz mevcuttur çoğu zaman ve olmalı da. Peki, zihnimizde istediğimiz her şeyi elde edebilir miyiz? Örneğin hiç yeteneğimin, deneyimimin olmadığı bir alanda rekor yapmak istiyorum. Bunu başarabilir miyim?

Hedefimizi belirlemeden önce kendimizi bilmeliyiz. Tıpkı, Yunus Emre’nin

                          “İlim ilim bilmektir

                           İlim kendin bilmektir

                           Sen kendini bilmezsen

                           Bu nice okumaktır”

dizelerindeki ifadeleri gibi önce kendimizi tanımalıyız. Teknik olarak swot analizi dediğimiz çalışma;  Güçlü yönlerimiz – Zayıf yönlerimiz ve yapacağımız iş ile ilgili Fırsatlar – Tehditler çaprazının karşılaştırılıp değerlendirilmesidir. Bu analizi iyi yaptığımız takdirde hedefimiz ayaklarının üzerine basar. İlgilerimiz, yeteneklerimiz, yeterliliklerimiz, zayıflıklarımız, zafiyetlerimiz, maddi ve manevi olarak imkânlarımız, fırsatlarımız ve bu işi yaparken başımıza gelebilecek durumlar… Bütün bunları değerlendirerek hedefimizi ortaya koymalıyız. Bu değerlendirmelerden uygunluk durumuna ulaşan hedefler, ciddi hedeflerdir. Bir bakıma swot analizi sınavını başarı ile geçmiş hedeflerdir. Bu hedeflerin gerçekleşmesi için beynimizde zincirleri kırabilmek için mücadele seanslarına başlayabiliriz. Yani kendimizi ikna edebiliriz. Yapacağımız iş ile ilgili olarak, bizim kendimizi inandırmadan, ikna etmeden başkalarını ikna etme uğraşları adeta boşa kürek sallamaktır.

Ortaya koyduğumuz hedefimizin küçük ya da büyük olması elbette önemlidir. Ama bundan daha önemlisi; bizim zihnimizde bu hedefe ulaşma noktasında en ufak bir kaygı taşıyor olmamamızdır. Beynimizin en ücra köşesinde dahi küçücük, minicik bir “acaba” sorusuna yer olmamalıdır. Kendimize, hedefimize ve başarıya ulaşacağımıza % 100 inanmalıyız. Daha açık ifadeyle başarıyı beynimizde yakalamalıyız. Hedefi gerçekleştirebilme eylemini zafer olarak algılayacak olursak, zaferi, öncelikle beynimizde kazanmalıyız. Hedefimize inancımız o kadar sağlam olmalı ki, o işin delisi olmuşçasına, o yola sevdalanmalıyız. Sevda yükü ağırdır. Ateşten gömlek giymiş gibi yerinde durdurmaz insanı. Gece gündüz rahat bırakmaz, aklınızdan bir türlü çıkmaz. Nereye giderseniz ve ne iş yaparsanız yapın yüreğinizin ve beyninizin orta yerinde hissedersiniz sevdanızı. Fatih Sultan Mehmet’in, “Ya İstanbul beni alır ya da ben İstanbul’u alırım.” ifadesindeki kararlılık, bu sevdanın açık bir göstergesidir. İstanbul’un Fethi sürecinde, sabahlara kadar terleyip yastığının adeta yıkanmışçasına ıslak oluşu da sevdasına samimiyetinin bir ifadesidir. Başarıya odaklanarak, samimi gayretler gösteren İbn-i Sina’nın, uyanık halde olduğunda çözemediği çok zor problemleri, uykusunda çözmesi yaptığı işe sevdalı olmasının harika bir örneğidir.

Yola çıkmadan önce, karşılaşabileceğimiz engelleri hesaplayıp, o engelleri ortadan kaldırmak için gerekli önlemleri almış isek, yolumuz sürekli açık olacaktır. Beklentilerimizin karşılanması için “Bir kapıyı kırk kere çalmak mı yoksa kırk kapıyı birer kere çalmak mı daha iyi?” sorusunu iyi cevaplamalıyız. Stratejimizde karşılaştığımız sapmalarda, başımıza gelen olumsuzluklarda hemen pes etmemeli, farklı yollar denemeye açık olmalıyız. Edison, ampulü icat ederken, 1000 farklı yol denemiş ve her başarısız denemeden sonra biraz daha ümitlenmiştir. Asistanı, Edison’daki bu gayret ve ümidin kaynağını sorduğunda, “Bizi ampule götürmeyen 1000 yol denedik ve bu seçenekleri eledik, elediğimiz her yöntem bizi ampule bir adım daha yaklaştırmaktadır.” şeklinde çok ısrarcı bir tutum sergilemiştir. Ve bu ısrarcı tutumun sonunda ampulü icat etmiştir. Elbette başarıyı, bizim hiç emeğimiz, katkımız olmadan birileri getirip avucumuza koymuyor. Hiç yoktan kimse bize başarı hediye etmiyor. Mutlaka çok çalışmak gerekiyor. Ancak plansız yapılan bir çalışma, bazen fayda sağlayacağı yerde başımıza onulmaz işler açabilir. Yoğun, tempolu bir çalışmanın neresi zarar olabilir? Çok çalışmanın ne sakıncası var? Plansız ve düzensiz çalışma, bizden çok şey götürebilir.

Saksıya güzel bir çiçek diktiğinizi düşünün. O çiçekle her gün uğraşmanız gerekir. O çiçeği her gün sulayacaksınız. Güneşe çıkaracaksınız. Gerekirse gübre atacaksınız ve hatta çiçeğinizle konuşacaksınız. Siz bunları her gün yapmak yerine, elinize koca bir kova alıp bir seferde saksıya boşaltırsanız, çiçeğiniz büyüyüp serpilmek şöyle dursun hemen çürüyüp ölebilir. Yani bir defa çok yoğun bir çalışma temposuna girmek yerine sürekli ve planlı çalışmak tercih edilmeli ki uzun soluklu koşular için nefesimiz yeterli olabilsin.

Çinlilerin, bambu adını verdikleri enteresan bir bitki var. Bambunun tohumunu toprağa ekiyorlar. Suyunu, gübresini verip bekliyorlar. Ama topraktan bir şey çıkmıyor.  İkinci sene aynı işlemi tekrarlıyorlar. Üçüncü, dördüncü sene bıkmadan tohumlarını sulayıp, gübreliyorlar. Ne tohuma ne de toprağa kızıyorlar. Beşinci sene sulama ve gübreleme işine aynı sabırla yineliyorlar. Ve beşinci senenin sonunda bambu ağacı toprağı delercesine yeryüzüne filizlerini gönderiyor. Hem de öyle bir gönderiyor ki altı haftanın sonunda bambu ağacının boyu tam 27 metreye ulaşıyor. Evet, tam 27 metre. Hemen aklımıza şu soru geliyor. Acaba bambu ağacının 27 metreye ulaşması için altı hafta mı önemli yoksa beş yıl mı?  Elbette beş yıl. Güzel bir söz vardır; “Kayayı delen suyun şiddeti değil, damlaların sürekliliğidir” diye. Çalışmalarımızdaki plansız yoğunluklar yerine, planlı ve sürekli çalışmalar neticesini mutlaka gösterecektir. Başarıya giden yolda sabır ve sebat en önemli iki rehberimiz olmalıdır. “Kişi, çilesini çektiği şeyin sahibidir” sözü ise başarı uğrunda büyük gayretler sarf etmenin,  gerektiğinde eziyet çekmenin kaçınılmaz olduğuna işaret ediyor.

Başarıya ulaşma konusunda çok çalışmanın gerekliliği yanında sevdiğimiz, arzu ettiğimiz bazı alışkanlıklarımızdan ve isteklerimizden de özveride bulunmak gerekebilir. “Hem çalışmam gerek hem de tatil yapmalıyım. Hem zamana ihtiyacım var hem de çok önemli olmayan işlerde vakit geçiriyorum.” türünde ikilem içinde kalıyorsak bir tercih yapmalıyız. Ya hedefimiz ya da ikincil hatta üçüncül işlerimiz. Buna biz karar vermeliyiz ve sonucuna da katlanmalıyız. Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki;  bizim önümüzdeki en büyük engel yine kendimiz olduğumuz gerçeğidir. Gerek moral motivasyon olarak gerekse tembel davranışlar sergileyerek kendi kendimize engeller oluşturuyoruz. Yaptığımız bir işte bir başkası bizim önümüze geçse, onu önümüzden çekilmesi konusunda hemen uyarırız. O halde kendimizi neden uyarmıyoruz? Kendimizi de uyaralım ve önümüzden çekilelim. Motivasyon engelli olmayalım.

Yusuf YEŞİLKAYA

[email protected]

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri