
MUHAMMED ŞAMİL GENÇOSMANOĞLU
-YENİ- HAYATIN MERKEZİNDE BİR PEYGAMBER
HAYATIN MERKEZİNDE BİR PEYGAMBER
Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.v.), “cahiliye” diye adlandırılan bir dönemin, bedeviliğin ve cehaletin ön planda olduğu bir toplumdan nasıl Asr-ı Saadet’i (mutluluk çağını) çıkardı? Bu muazzam dönüşüm nasıl sağlandı?
Bu konuyla ilgili olarak onlarca kitap, yüzlerce makale yazıldı. Bu mesele, tüm dünyanın dikkatini çeken, objektif aydınların nazarı dikkate aldığı bir husustur. Bir kişiyle başlayan bir hareket, 23 yılda nasıl olur da dünyaya kafa tutan, meydan okuyan bir devlete dönüşür?
Ben bu mucizeyi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) toplumu dönüştürmesini büyük bir devlet ve medeniyet inşasını, O’nun hayatın içinde, toplumun merkezinde, toplumla iç içe yaşamasına bağlıyorum. Peygamberlik gelmeden önce O (s.a.v.), Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’na gider, orada cemiyetin günah kirlerinden korunmak için kendini izole eder, toplumun gidişatı hakkında düşüncelere dalardı. Toplumdaki ahlaki ve sosyal yozlaşmadan uzak durur ve derinlemesine tefekkür ederdi. Ben buna hira evresi diyorum. Elbette peygamberler peygamberlik gelmezden öncede toplumun seçkin insanları idi, cemiyetin günah kirlerine bulaşmamış erdemli insanlardı. Hiçbir peygamber, peygamberlikle beraber hayatları yüzde yüz değişmemiştir. Ama her peygamberin bir hira dönemi vardır; Günaha bulaşmama, tefekkür hali... Her peygamberin tefekkür ettiği yer elbette farklı mekanlardır. Bizim peygamberimizin sav tefekkür ettiği yer mekan olarak Hira idi.
Ne zaman ilk vahiy geldi, işte o andan itibaren Âlemlerin Efendisi’nin tavrı değişti. Vahyin o dokunuşu ile beraber ilk değişim başladı; artık Hira’dan ayrıldı. İlk vahiy: "Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku!" (Alak Suresi) idi. Ardından "Kalk ve uyar" (Müddessir Suresi) emri geldi. Önce kendisi okudu, sonra toplumu uyardı. Hira’da inzivada kalmadı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir daha hiçbir zaman Hira’ya çıkmadı. Çünkü vahiy faal bir hayatı emrediyordu. Muhatap olduğu vahiy muattal, kenarda köşede, asude bir hayat değil, hayatın tam merkezinde, dinamik bir zihin, aktif bir yaşam emrediyordu.
Hz. Peygamber (s.a.v.), izole bir din değil, hayatın tam içinde bir yaşam sürdü. Dini soyut bir öğreti olarak değil, canlı yaşayarak, örnek olarak, uygulanabilir ve yaşanabilir bir düzen olduğunu gösterdi.
Peygamberimiz (s.a.v.) afaki bir şeyden bahsetmiyordu. Topluma yaptığı teklifi bizzat kendi yaşamında uyguluyordu. Bir davetçinin davetinin sonuç alması zaten buna bağlıdır. Pratiğe dökülmeyen, uygulanmayan bir iddia, gerçekçilik zemininden uzaktır. Aslında tefekkürün ve içsel olgunlaşmanın toplumsal bir inşa sürecinde çok önemli bir yeri vardır, ancak bu başka ve çok önemli bir konudur. Bizim bugün üzerinde yoğunlaşmaya çalıştığımız mesele, hayatın içinde olan bir peygamberin toplumu nasıl değiştirdiği, nasıl dönüştürdüğü meselesidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Hira’dan inmekle yalnızca hakikati idrak etmek değil, onu hayata geçirmenin de mücadelesini vermiştir. Onun hayatına baktığımızda, toplumun nabzını tutan bir peygamber görüyoruz.
Hz. Peygamber (s.a.v.), toplumdan uzak, toplum gerçekliğini bilmeyen izole bir şahsiyet değil; aksine, hayatın her alanında yer alan, bireylerin sorunlarına eğilen ve çözüm üreten bir liderdi. O’nu böyle kılan şey, halkın içinde var olmasıydı. Çarşıda alışveriş yaparken, insanların sıkıntılarını dinlerken, savaş meydanlarında bizzat yer alırken, bir yetimin başını okşarken, namaz kılarken, tasadduk ederken hep örnek olmuştur. Önce bu emir ve yasaları kendi yaşamış ve toplumu ona davet etmiştir. O, davasını soyut bir öğreti olarak değil, canlı bir örneklikle sergilemiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), söylediği hiçbir şeyi sadece bir öğüt ya da söylem olarak dile getirmemiş, bizzat yaşamıştır. Onun daveti, insanları sadece etkileyen değil, dönüştüren bir çağrı olmuştur. Adalet isterken önce adil olmuş, merhameti emrederken önce merhametin zirvesinde yaşamış, cömertliği tavsiye ederken önce infakta bulunmuş, sabrı öğütlerken her türlü sıkıntıya bizzat kendisi göğüs germiştir. İşte bu yüzden O’nun sözü, insanlara sadece hitap eden değil, onların hayatlarını değiştiren bir davet olmuştur.
Örnekliğin En Büyük Gücü: Yaşayarak Anlatmak
Yaşanmayan, pratiğe dökülmeyen şey unutulmaya mahkûmdur. Yaşanmayan şey karşılık bulmaz. İnsanın tabiatı gereği, gördüğünü ve yaşadığını daha iyi kavrar. Hayata geçirilmeyen, pratikte karşılık bulmayan hakikatler, zamanla unutulmaya mahkûmdur. Bu yüzden, en büyük örneklik ancak yaşayarak olur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), İslam’ın en mükemmel hayat düzeni olduğunu ifade ediyor, Kur’an’ın insanları kurtuluşa çağırdığını söylüyordu. Bu söylemin karşılık bulması için yapılması gereken tek şey vardı: O’nun bizzat bu öğretileri yaşaması.
O, yalnızca sözleriyle değil, bizzat yaşantısıyla insanlara İslam’ı öğretmiş, ahlâkı, ibadeti ve muamelatıyla Kur’an’ın canlı bir örneği olmuştur. Aişe (r.a.) validemiz O’nun ahlâkını tarif ederken kısa ama derin bir cümle kurmuştur: "O’nun ahlâkı Kur’an’dı" (Müslim, Müsafirin, 139). Yani Peygamberimiz (s.a.v.), Kur’an’ı sadece insanlara okumamış, onu yaşayarak göstermiştir. Burdan şu sonuca varıyoruz; En büyük tebliğ anlattığını yaşamaktır.
Sadece Anlatmak Yetmez, Yaşamak Gerekir
İnsanlar sözlerinizin karşılığını sizin hayatınızda görmek istiyor. Bugün insanlar söz değil, eylem istiyor. Kimse sizin sözlerinizi dinlemiyor; yaşantınızı gözlemliyor.
Sadece sözle anlatılan hakikatler zamanla etkisini kaybeder. Bu yüzden İslam’ın tebliği ve yaşatılması sadece vaazlarla, konferanslarla veya kitaplarla değil, en başta hâl ve davranışlarla olmalıdır.
Sahabeler, Peygamberimiz’i izleyerek İslam’ı öğrendiler. Birçok sahabi, O’nu bir süre gözlemledikten sonra "Bu adam ne diyor?" dediler, sonra yaşamına baktılar. Yaşadığını görünce de "Bu adam doğru söylüyor " diyerek Müslüman oldular. Örneğin, Abdullah bin Selam (r.a.), Peygamberimiz’i ilk gördüğünde şu sözü söylemiştir:
"Bu yüz, asla bir yalancının yüzü olamaz!" (Tirmizî, Kıyâme, 42).
Söylem ve eylem birliği onu etkiledi, O’nun yaşamına baktı ve Müslüman oldu.
Gayet doğaldır ki insanlar sözlerden çok, bir insanın hâline ve yaşayışına bakarlar. Eğer bir hakikat yaşanmazsa, insanlar onu ciddiye almazlar.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yaşamı, toplumun içinde aktif bir şekilde olması, günümüz Müslümanları için çok önemli bir kılavuz niteliğindedir. Müslümanlar olarak kendimizi toplumdan soyutlamak yerine, onun içinde aktif birer aktör olarak yer almak, sosyal adalet, ekonomik hakkaniyet ve insani yardım gibi konularda öncülük etmek zorundayız.
Artık insanlar sözlerimize değil, eylemlerimize bakıyor. Güzel konuşmak, etkileyici cümleler kurmak yetmez; önemli olan, o sözleri hayata geçirmek, uygulamak ve yaşamaktır.
İnsan söylediği değil yaşadığıdır…
Henüz Yorum yok