Ramazan Ayı Aynı Zamanda Kur’an Ayıdır
RAMAZAN GÜNLÜĞÜ 3
Hazırlayan: Mustafa KÜÇÜKTEPE
Bir Ayet: “O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık içinizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin.” (Bakara Suresi 185)
Bir Hadis: Hz. Ebu Musa el-Eş’ari (R.A)’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (S.A.V) şöyle buyurdu: “Kur’an okuyan mümin turunçgiller gibidir. Kokusu hoş, tadı güzeldir. Kur’an okumayan mümin hurma gibidir. Kokusu yoktur, tadı güzeldir. Kur’an okuyan münafık reyhan (fesleğen) gibidir. Kokusu hoş fakat tadı acıdır. Kur’an okumayan münafık Ebu Cehil karpuzu gibidir, kokusu yoktur ve tadı da acıdır.” (Buhari, Et’ıme 30, Müslim, Müsafirin 243)
Bir Konu: Kur’an ayı Ramazan. Ramazan ayı aynı zamanda Kur’an- Kerim’in indirildiği ayıdır. O yüzden Ramazan Kur’an Ayı diye de anılmaktadır. Bilindiği gibi Hazret-i Cebrâil (as) her Ramazan ayında Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (asm) gelir ve Kur’ân-ı Kerîm’in o âna kadar nâzil olan âyetlerini baştan sona, karşılıklı, mukabele tarzında okurlardı. Peygamber Efendimiz’in (asm) vefât edeceği yılın Ramazan ayında Hazret-i Cebrâil (as) iki defa geldi ve Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona iki defa mukabele tarzında karşılıklı tilâvet buyurdular.
İbn-i Mes’ud (ra) anlatıyor: Resûlullah (asm) bana hitaben: “Bana Kur’ân oku!” buyurdu. Ben: “Ya Resûlallah! Kur’ân sana indirildiği halde, sana Kur’ân’ı ben mi okuyacağım?” dedim. Allah Resûlü (asm):“Ben Kur’ân’ı kendimden başka birisinden dinlemeyi hakikaten severim” buyurdu. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem’e (asm) Nisâ Sûresinden okumaya başladım. Nihâyet; “Her ümmetten birer şâhit getirdiğimiz ve ey Muhammed, onların üzerlerine de seni şâhit olarak getirdiğimiz zaman onların hâli nice olur?” Nisâ Sûresi, 4/41 âyetine geldiğimde, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Şimdilik yeter!” buyurdu. Dönüp baktığımda, bir de ne göreyim, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (asm) iki gözünden yaşlar akıyordu. R. Sâlihîn, 1005
Kur’ân’ı dinlemek aynı zamanda Kur’ân’ın da emridir. Cenâb-ı Hak: “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet olunasınız” A’râf Sûresi, 7/204 buyurur. Şu halde, okunan Kur’ân’ı dinlemek farzdır.
Sözlükte “iki şeyi birbiriyle karşılaştırmak” anlamına gelen mukābele, ramazanlarda cami, mescid ve evlerde daha çok sabah, öğle, ikindi namazları öncesinde hâfızlar tarafından okunan Kur’an’ı takip etmek suretiyle hatim indirme geleneğine ad olmuş, zamanla hâfızların bu okuyuşları için de aynı terim kullanılmıştır. Bu gelenek, Cebrâil’in ramazan aylarında her gece Hz. Peygamber’e gelerek o ana kadar nâzil olan âyet ve sûreleri karşılıklı okuyup kontrol etmelerine dayanır. Kur’an’ın ramazan ayında nâzil olmaya başlaması, bu ayda yapılan amellerin diğer zamanlara göre daha faziletli kabul edilmesi de geleneğin yaygınlaşmasında etkili olmuştur. Resûl-i Ekrem’in vefatından önceki son ramazanda mukabele iki defa gerçekleşmiştir (Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 5, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6, “İstiʾẕân”, 43; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 98, 99), buna “arza-i ahîre” denir (İbn Sa‘d, II, 195). Sahâbeden bazıları ramazan ayı gelince aile fertlerini toplayarak onlara mukabele okurlardı (Nevevî, s. 131 vd.). ( https://islamansiklopedisi.org.tr/mukabele--kuran)
Bir Peygamber: Hz. Nuh, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde diğer peygamberlere oranla geniş bir şekilde tanıtılan ve “ülü’l-azm” olarak isimlendirilen beş büyük peygamberden biridir. Kur’an’da yirmi sekiz sûrede hakkında bilgi verilmiş ve kırk üç yerde ismen zikredilmiştir. Kur’an’ın yetmiş birinci sûresi onun adını taşır ve baştan sona onun tevhid mücadelesini anlatır. Ancak Kur’an, Nûh’un hayatının sadece peygamber olarak görevlendirildikten sonraki safhasından bahsetmektedir. Kendisine inanmayan kavmi tûfanla cezalandırıldığından tûfan hadisesi de ona nisbetle Nûh tûfanı diye anılmaktadır. Nûh kelimesinin Arapça asıllı olup nevḥ (ağlamak, dövünmek) kökünden geldiğini, bizzat kendi nefsini kötülediğinden veya tövbe etmeden boğulup gitmeleri sebebiyle kavmi için üzüldüğünden ona bu adın verildiğini söyleyenler olmakla birlikte (Fîrûzâbâdî, VI, 26) kelimenin Arapça olmadığı kabul edilmektedir (Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, s. 330; Jeffery, s. 282).
Kur’an’da Hz. Nûh’un yaşıyla ilgili olarak şu bilgi yer almaktadır: “Andolsun ki biz Nûh’u kendi kavmine gönderdik de o 950 yıl onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tûfan kendilerini yakalayıverdi. Fakat biz onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yaptık” (el-Ankebût 29/14-15). Bu âyetten anlaşıldığına göre Nûh 950 yıl kavmiyle birlikte yaşamış ancak bu sürenin onun bütün ömrünü veya peygamberlik süresinin tamamını mı yoksa tûfana kadar olan safhasını mı içine aldığına işaret edilmemiştir. Kur’an’da verilen bu rakamı Nûh’un bütün ömrü olarak kabul edenlere göre kırk yaşında peygamber olmuş, 890 yaşında iken tûfan gerçekleşmiş, tûfandan sonra altmış yıl daha yaşamıştır. Bu süreyi sadece tûfan öncesi peygamberlik müddeti olarak düşünenlere göre ise Nûh’un yaşı bundan çok daha fazladır. Bir rivayete göre peygamberler içinde en uzun ömürlüsü Nûh’tur; kendisine 350 yaşında vahiy gelmiş, 950 yıl kavmini davetle geçirmiş, dolayısıyla 1300 yıl yaşamıştır (a.g.e., VI, 30). Hz. Nûh’un kabrinin nerede olduğu bilinmemekte, çeşitli yerlerde ona nisbet edilen makam ve kabirler bulunmaktadır. Bir rivayete göre kabri Mekke’de Mescid-i Harâm’da, Mültezem ile Makām-ı İbrâhim arasında, diğer rivayetlere göre ise Kerek, Cizre veya Necef’tedir.
Kur’ân-ı Kerîm’e göre Hz. Nûh çok şükreden bir kuldu (el-İsrâ 17/3); güçlükler karşısında gösterdiği sabır insanlara örnek olarak gösterilmiştir (Hûd 11/49). Onun bir başka özelliği de kâfirlere karşı çok sert davranmasıdır. Rivayete göre Hz. Peygamber, Bedir Gazvesi’nden sonra esirlerin durumunu müzakere ettiği sırada Hz. Ebû Bekir onlara iyi davranılmasını, Hz. Ömer ise öldürülmelerini önermiş, bunun üzerine Resûlullah, Ebû Bekir’in Hz. İbrâhim gibi olduğunu, zira onun, “Şimdi kim bana uyarsa o bendendir, kim de bana karşı gelirse artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin” diyerek (İbrâhîm 14/36) kendisine inanmayanlara karşı yumuşak davrandığını, Ömer’in ise Nûh gibi olduğunu zira onun da, “Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma” diyerek (Nûh 71/26) inkârcılara karşı sert davrandığını söylemiştir (Lisânü’l-ʿArab, “nvḥ” md.). Kur’an’da Nûh mürsel (eş-Şuarâ 26/105), resul (eş-Şuarâ 26/107), apaçık uyarıcı (ez-Zâriyât 51/50), mübarek (Hûd 11/48), muhsin (es-Sâffât 37/80), mümin (es-Sâffât 37/81), kul (el-Kamer 54/9), şükreden (el-İsrâ 17/3) gibi özelliklerle anılmaktadır (Fîrûzâbâdî, VI, 26-27). Ayrıca kavimlerine gönderilmiş emin elçilerden olduğu belirtilen Nûh’un (eş-Şuarâ 26/107) “ashâbü’n-nevâmis”ten (şeriat sahibi) sayıldığı ifade edilmiştir. Rivayete göre tûfan esnasında Hz. Nûh, Ebûkubeys dağında bulunan Hz. Âdem’in naaşını alarak bir tabut içine koymuş, tûfandan sonra tekrar yerine defnetmiştir. Nûh’un İdrîs’ten sonra gelen ilk peygamber olup marangozluk yaptığı da nakledilmektedir (İbn Kuteybe, s. 19-24). ( https://islamansiklopedisi.org.tr/nuh )
Esma-i Hüsna: El-Müheymin: Sözlükte “bir şeyi gözetimi altına alıp korumak ve onu yönetmek” mânasındaki heymene kökünden türeyen müheymin “kâinatın bütün işlerini idare eden” demektir. Müheymin, Haşr sûresinin on altı kadar ilâhî ismi içeren son âyetleri içinde yer almaktadır (59/23). Bir âyette de Kur’an’ın kendisinden önceki kitabı onaylayıcı ve muhafaza edici olduğu beyan edilirken Kur’an’ı nitelemektedir (el-Mâide 5/48). Müheymin, İbn Mâce ve Tirmizî’nin rivayet ettiği esmâ-i hüsnâ listelerinde yer almıştır (“Duʿâʾ”, 10; “Daʿavât”, 82).
Mâtürîdî müheymin isminin “emin, musallat, şahit” anlamlarına gelebileceğini belirtmiş, fakat bunlar arasında herhangi bir tercihte bulunmamıştır. “Güven veren” mânasına aldığı emini “her söylediği ve her yaptığında güvenilen ve asla zulmetmeyen” şeklinde yorumlamıştır. Musallat “kāhir”le eş anlamlı olup “bütün kullarını hükmü altına alan” demektir. Şahit ise hem olan biten her şeyden haberdar olma hem de peygamberine indirdiği vahyin doğruluğuna tanıklık etme nitelemesine dayalıdır (Âyât ve süver, s. 52). Gazzâlî ise müheymine “yaratıkların amelleri, rızıkları ve ömürlerinin idaresini elinde bulunduran” mânasını vermiş ve bunun Allah’ın her şeye vâkıf olması, hâkimiyeti altında bulundurması ve korumasıyla gerçekleştiğini belirtmiştir. Müheyminin etkisini icra etmesi ilâhî ilim, kudret ve fiilin kemal mertebesinde bulunması sayesindedir. Bu niteliklerin tamamı sadece Allah’ta bulunmaktadır. Bundan dolayı müheyminin kadim ilâhî kitaplarda da Allah’ın isimlerinden biri olduğu ifade edilmiştir (el-Maḳṣadü’l-esnâ, s. 76). Gazzâlî müheymin isminin kulda görülebilecek tecellilerini de şöyle anlatmaktadır: Kişi iç gözlem yoluyla gönül hayatının sırlarına vâkıf olduğu, bunun yanında kendi gidişinin doğruluk üzerinde seyretmesini sağlayabildiği ve buna süreklilik kazandırdığı takdirde kendi kalbine hâkim olma durumuna ulaşır. Eğer kalbinin derinliklerine vukuf ve hâkimiyetinin sınırları genişler de bu sayede Allah’ın bazı kullarını istikamet halinde tutmayı başarırsa müheymin isminin tecellilerine daha çok mazhar olabilir. Bu husus, ancak sezgi sahibi olmak ve dış görünümlerle istidlâlde bulunmak suretiyle insanların derunî birikimlerine muttali olduktan sonra gerçekleşebilir (a.g.e., s. 77). Allah’ın fiilî sıfatları grubu içinde yer alan müheymin mü’min, rakīb, hafîz, hâlik ve şehîd isimleriyle anlam yakınlığı içinde bulunur. ( https://islamansiklopedisi.org.tr/muheymin)
El-Müheymin esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 145’dir.
El-Aziz:Yüksek bir dağa baktığınızda,.. Helak olan bir kavmin kalıntılarının yanından geçtiğinizde,.. Yıldızların, ayların, güneşlerin ve diğer mahlûkların itaatini gördüğünüzde Allah'ı hangi ismiyle hatırlıyorsunuz? Aziz, isminin üç manası vardır; Allah'ın izzet sahibi ve yüceler yücesi olması. Allah'ın mağlup olmayan galip olması. Yarattıklarının onun emrine itaat etmesidir. Allah azizdir. Yani azamet, büyüklük ve kuvvet sahibidir. Şanı pek yücedir. Şu âlemde kendine büyüklük verilen mahlûklar Allah'ın Aziz ismine aynadırlar. O yüksek dağlara, engin denizlere, denizlerdeki fırtınalara, uçsuz bucaksız çöllere, aylara, güneşlere, yıldızlara kulak verseniz hep bir ağızdan "Ya Aziz, Ya Aziz, Ya Aziz" diyerek teşbih ettiklerini işitirsiniz. Şimdi Aziz isminin, bu üç tecellisini âlem aynalarında okumaya çalışalım; İzzet sahibi olan. Aynı zamanda sevgili, dost, çok nurlu, nadir anlamına gelir ki, Allah'tan daha güzel dost ve daha candan sevgili olamaz. Allah Azizdir. Yarattıkları üzerine galiptir. ( https://www.esmaulhusna.gen.tr/el-aziz.html)
El-Aziz, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 94’tür.
El-Cebbar:Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Bozuk olan bir şeyi ıslah edip düzeltmek, birine zor kullanarak iş yaptırmak” anlamındaki cebr kökünden mübalağa ifade eden bir sıfattır. Râgıb el-İsfahânî’ye göre cebr kelimesinin asıl mânası “herhangi bir şekilde zor kullanarak bir şeyi ıslah etmek”tir; bununla beraber kelime bazan zor kullanmaksızın düzeltme, bazan da düzeltme söz konusu olmadan zor kullanmayı da ifade eder. Bu sözlük anlamlarına göre cebbâr “kırık dökük ve bozuk olan şeyleri düzeltip onaran, her şeyi tasarrufu altına alan ve iradesini her durumda yürüten” demektir. Cebbâr, “alabildiğine boy verip yükselen hurma ağacı” anlamındaki “nahletün cebbâre” kullanımından hareketle “ulaşılamayacak derecede azamet (ceberût) sahibi” mânasında da kullanılmıştır (“zü’l-ceberût” için bk. Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 147; Müsned, V, 388, 396-397). Kelime beşerî bir sıfat olarak kullanıldığında “başkasına hak tanımayan, bencil, kibirli, zorba, Allah’a karşı boyun eğmek istemeyen, fizyolojik ve ruhî yapısı bakımından kaba insan” anlamlarına gelir.
Kur’ân-ı Kerîm’de cebbâr, ikisi çoğul (cebbârîn) şeklinde olmak üzere on âyette geçmektedir. Bir grup esmâ-i hüsnâyı ihtiva eden bir âyette (el-Haşr 59/23) cebbâr ismi azîz ve mütekebbir isimleri arasında yer almış, doksan dokuz ismi ihtiva eden hadiste de aynı tertip içinde zikredilmiştir (Tirmizî, “Daʿavât”, 82; İbn Mâce, “Duʿâʾ”, 10). Hasan Basri Çantay Kur’an tercümesinde, “el-azîzü’l-cebbârü’l-mütekebbir” diye sıralanan bu ilâhî isimleri “gālib-i mutlak, halkın halini kemâl-i salâha götüren, büyüklükte eşi olmayan” şeklinde tercüme etmek suretiyle cebbâra “ıslah” mânası vermeyi uygun bulmuştur. Cebbâr kelimesi diğer dokuz âyette yergi ifade eden beşerî mânalar taşır. Bunların bir kısmında Hz. Muhammed ile Hz. Îsâ’nın, beşerî anlamda kötü olan bu sıfattan münezzeh oldukları ifade edilir. Cebbâr hadislerde de sözlük ve terim mânalarıyla geçmekte, esmâ-i hüsnâdan biri olarak Allah’a nisbet edilmektedir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “cbr” md.).
Cebbârın asıl mânası, Râgıb el-İsfahânî’nin de belirttiği üzere, bozulan, nizamından çıkan her şeyi yerine göre zor kullanarak ıslah etmektir. Gerçekten Allah, “yaratılmışların halini iyileştiren, hakkı galip getiren, her güçlüğü kolaylaştıran, her kırığı onarandır” (Râzî, s. 198). Abdullah b. Abbas’ın rivayetine göre Hz. Peygamber namazın iki secdesi arasında okuduğu duada cebr kökünden türeyen emir sîgasını kullanarak, “Allahım!.. Dağınıklığımı toparla, bana dirlik düzenlik ihsan et!..” şeklinde niyazda bulunurdu (Tirmizî, “Ṣalât”, 95; İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 23). Hz. Ali’ye nisbet edilen bir duada da, “Ey her kırılanı onaran (câbir) ve her güçlüğü kolaylaştıran!..” yakarışı yer almaktadır. Cebbâr bu muhteva ile birlikte cebir anlamı taşıyan bir unsuru da ihtiva etmektedir. Ancak buradaki cebir haksızlık ve zulüm gibi beşerî özellikler taşımaz. Aksine haksızlıkları, zulmü ve zorbalığı ortadan kaldırmayı hedef alan bir niteliğe sahiptir.
Cebbâr ismi bu mânalarıyla Allah’ın kâinat ve insanla ilgili isimlerinden ve fiilî sıfatlarından biri olarak kabul edilir. Cebbârın kapsadığı azamet ve aşkınlık (müteâl oluş) anlamı göz önünde bulundurulduğu takdirde ise Allah’ı niteleyen zâtî isim ve tenzîhî sıfatlar grubuna girer. Çünkü zât-ı ilâhiyyeyi duyularla idrak etmek, mahiyetini akıl yoluyla kavramak veya O’nu hayalde canlandırmak mümkün değildir. ( https://islamansiklopedisi.org.tr/cebbar)
El-Cebbar esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 206’dır.
El-Mütekebbir: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “büyük ve cüsseli, ulu ve yüce olmak” mânasındaki kiber kökünün “tefe‘‘ul” kalıbından türeyen mütekebbir “büyük, ulu” anlamına gelir. Kibirlenmenin, eşi ve benzerinin bulunmadığını iddia etmenin hakikatten ve erdemden uzak bir davranış olduğu şüphesizdir. Çünkü her varlık, sahip olduğu imkânlara kendisinden değil yaratıcının lutfu sayesinde nâil olmuştur ve her yaratılmışın üstünde başka yaratılmışlar vardır. Nihayet bütün izzet, şeref ve yüceliklere bizâtihi sahip bulunan Allah yegâne yüce varlıktır. O’nun kendi yüceliğini (kibriyâ) ifade etmesi hem gerçeğe uygundur hem de bütün yaratılmışların hakiki konumunu belirlemektedir. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî ilâhî tekebbürün mânasını “yaratılmışların sıfatlarından münezzeh olmak, azgın ve zalim insanları kahir ve galebesi altına almak” şeklinde ifade etmiştir (bk. bibl.). Gazzâlî kullara yakışan tekebbürün, mânevî hayatlarını olumsuz yönde etkileyebilecek her türlü dünyevî nimeti hakir görüp bunlara tenezzül etmemekten ibaret olduğunu söyler. Mütekebbir olmaya hak kazanan kimse hayvanların da ortak olabileceği her çeşit aşağı arzu ve hazzı hakir görebilen insandır (el-Maḳṣadü’l-esnâ, s. 79).
Mütekebbir âlimlerin genel kabulüne göre Allah’ın zâtî-selbî sıfatları grubuna girer. Ancak “azgınları yenilgiye uğratan” mânasına alındığı takdirde fiilî sıfatların içinde mütalaa edilebilir. Mütekebbir kebîr, alî, müteâlî, celîl ve kahhâr isimleriyle anlam yakınlığı içinde bulunur.. ( https://islamansiklopedisi.org.tr/mutekebbir)
El-Mütekebbiresmasının ebced değeri ve zikir sayısı 662’dir.
Bir Dua: Rabbenâğfirlî ve li-vâlideyye ve lil-mü'minîne yevme yekumü'l hisâb. "Ey Rabbimiz! Beni, anamı, babamı ve bütün mü'minleri hesap gününde (herkesin sorguya çekileceği günde) bağışla."
Henüz Yorum yok