Oruç Tutunuz, Sıhhat Bulunuz
RAMAZAN GÜNLÜĞÜ 9
Hazırlayan: Mustafa KÜÇÜKTEPE
Bir Ayet: "O, hastalandığım zaman bana şifa verendir." (Şuara 80)
Bir Hadis: "Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz."
Bir Konu: Oruç Ve Sağlık. Oruç tutarken gün içinde yemek yemek gibi bir durum söz konusu olmadığı için iftar ve sahurda ölçüyü kaçırmadan, aşırıya kaçmadan yemek yenmesi durumunda mide ve bağırsaklar koca bir sene yorulmuş olsa bile kendini düzenleme fırsatı buluyor. Mide asidinin düzenlenmesi sayesinde sindirim sistemi çok daha iyi çalışıyor. Toplumlarda zengin-fakir arasında bir bağ kurarak toplumsal barışa katkıda bulunan oruç, vücudu yeniliyor. Diyet uzmanları tarafından oruç diyetleri sıkı bir şekilde eleştirilse de, oruç tutmak yeni akyuvar hücrelerini üretmeyi sağlıyor. Farklı dinlere sahip bilim adamları ise orucun insan vücuduna yararı olduğunu ispat etmiş durumda.
Fransız Profesör Pier Mulen’in oruç hakkında söyledikleri de hayli ibret vericidir: "İslam dünyasının en yararlı kurumlarından biri oruçtur. Oruç, bedenin hem fiziksel, hem ruhsal dinlenişidir. Dokuları temizler, birikmiş toksinleri, zehirleri atar. Müslümanlar böylece her yıl bir ay bedenlerini dinlendirirler."
Orucun sağlıklı olduğunu ispat ederek Nobel Ödülü kazandı. Japon biyolog ve bilim insanı Yoshinori Ohsumi orucun insan sağlığına iyi olduğunu bilimsel olarak ispat etti. Yoshinori Ohsumi bu alandaki çalışmalarıyla 2016 Nobel Tıp Ödülü kazandı. Çığır açan bu araştırmaya göre 3 günlük oruç yaşlılarda bile vücudun bağışıklık mekanizmasını komple yenileyerek vücudun dinçleşmesini sağlıyor.
Oruç tutarken uzaklaştığımız fiziksel istekler, beynimizin yapılan işlere yoğunlaşmasını sağlıyor. Gereksiz aktivitelere yoğunlaşan vücut, algılama ve öğrenmeye odaklanarak hafızamızın daha iyi çalışmasını sağlıyor. Az yemek zihin açar ve kişisel gelişime katkıda bulunuyor. Ramazan ayında oruç tutmak hem fiziksel hem de zihinsel sağlığımıza katkı sağlıyor. Oruç, gün içinde insanları anlamayı ve gün içinde hoşgörü içinde hareket etmemizi öğretirken, zihnimizin daha pratik çalışmasına fırsat verir. Sindirimle zaman harcamayan vücudumuz, düşünmemizi, hafızamıza odaklanır.
7 gün 24 saat çalışmaya devam eden, tüketttiğimiz onlarca zararlı zararsız yiyecek ve içecek nedeniyle oldukça hırpalanan karaciğerimiz, oruç tutulduğunda kendisine biraz zaman ayırabiliyor ve dinleniyor. Bu dinleme süreci de vücudumuzun çok daha sağlıklı bir şekilde çalışmasına, karaciğerimizin her zamankinden daha iyi bir duruma gelmesine olanak sağlıyor.
Ramazan ayının 2. yarısında, kalın bağırsak, böbrek ve deri toksinlerinden arınmaya başlıyor. Dr. Mahroof bu dönemde organların maksimum kapasitesine döndüğünü söylüyor. Hafıza ve konsantrasyon yeniden güçlenirken, enerjinin de arttığını vurguluyor. Mahroof sözlerine şöyle devam ediyor: "Oruç şafak vaktinden gün doğumuna kadar olan dönemi kapsar. Böylece enerji veren gıda ve sıvıları alabilme fırsatı olur. Oruç kasları korurken kişinin kilo vermesine de yardım eder. Ancak bedeniniz enerji için protein almaya başlarsa, ileri açlık moduna geçip kaslarınızı kullanmaya başlar. Bu en sık, günlerce ve haftalarca uzatılan oruç dönemlerinde görülür." ( https://www.yenisafak.com/ramazan/bilim-insanlarindan-oruca-ovgu-dolu-sozler-3311588)
Oruç Tutmanın Faydaları Nelerdir?
Yağ Yakımını Hızlandırır
Mide ve Bağırsakları Dinlendirir
Zihin Fonksiyonlarını Güçlendirir
Vücudu Zor Şartlara Karşı Güçlendirir
Cildi Canlandırır ve Parlaklık Verir
İnsülin Direncinde Olumlu Etkileri Vardır
Bağışıklık Sistemini Güçlendirir
Ayrıca Oruç Tutmak:
Kanseri Önlemeye Yardımcı Olur
Alzheimer Hastalığını Önler
Kalp Sağlığını Korur
Tip 2 Diyabet Riskini Düşürür
Hücreleri Onarır
Yaşlanmayı Geciktirir
Bir Peygamber: Hz. Lut, Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi yedi yerde ismen zikredilen Lût’un İbrâhim’in tebliğini kabul ettiği (el-Ankebût 29/26), onunla birlikte bereketli ülkeye ulaştırıldığı (el-Enbiyâ 21/71), peygamberlerden olduğu (es-Sâffât 37/133), diğer peygamberler gibi âlemlere üstün kılındığı (el-En‘âm 6/86), ona hüküm ve ilim verildiği, sâlihlerden olduğu ve ilâhî rahmete kabul edildiği (el-Enbiyâ 21/74-75) bildirilmektedir. Tevrat’ta iddia edildiği gibi Lût, amcası İbrâhim’in çobanlarıyla kendi çobanları arasında çıkan bir anlaşmazlık üzerine ve mümbit toprakları tercih ettiği için değil peygamber olarak görevlendirilip gönderildiği için (es-Sâffât 37/133) Sodom’a gitmiştir. Kavmine Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını, kendisine itaat etmelerini, kadınlar yerine erkeklerle beraber olmalarının büyük ahlâksızlık ve günah olduğunu bildirmiş, bundan vazgeçmelerini istemiştir. Kavmi ise işlerine karışmaya devam ettiği takdirde sürgün edileceğini söylediği gibi, “Eğer doğru söylüyorsan bizi tehdit ettiğin azabı getir” diye kendisine meydan okumuştur. Bunun üzerine Lût onların yaptıklarının vebalinden kendini kurtarması için Allah’a dua etmiştir (el-A‘râf 7/80-81; eş-Şuarâ 26/160-166; en-Neml 27/54-55; el-Ankebût 29/28-30). Lût’un duasını kabul eden Allah ahlâksız kavmi helâk etmek üzere Cebrâil, Mîkâil ve İsrâfil oldukları nakledilen üç meleği görevlendirir (Fîrûzâbâdî, VI, 56). Melekler genç ve yakışıklı birer erkek sûretinde önce Hz. İbrâhim’e gelip İshak’ın doğumunu müjdelerler, ayrıca Lût kavmini helâk etmek üzere geldiklerini haber verirler (Hûd 11/69-70; el-Hicr 15/57-58; el-Ankebût 29/31). İbrâhim, Lût’un onlarla beraber yaşadığını hatırlatarak helâkin biraz tehiri ve inananların kurtulması konusundaki temennilerini Allah’ın elçilerine tekrarlar (Hûd 11/74). Hz. İbrâhim’in meleklerle konuşmasının ayrıntıları Kur’an dışı İslâmî kaynaklarda yer almaktadır; benzer bir konuşma Tevrat’a göre Tanrı ile İbrâhim arasında geçmiştir. Hz. İbrâhim meleklere, içinde 400 mümin bulunan bir yeri helâk edip etmeyeceklerini sorar ve oranın helâk edilmeyeceği sözünü alır. Ardından rakamı kademeli bir şekilde ona kadar indirir, fakat orada on mümin bile yoktur (Taberî, Târîḫ, I, 153; Fahreddin er-Râzî, XVIII, 29-30; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I, 119). Bunun üzerine melekler azap emrinin geldiğini, fakat Lût’un ve ailesinin kurtulacağını bildirirler (Hûd 11/76; el-Ankebût 29/31-32).
Melekler Lût’un yaşadığı yere gelince Lût daha önce hiç görmediği bu yabancıları evinde misafir eder. Bir taraftan da kavminin yapacağı kötülüğü düşünerek içi daralır (Hûd 11/77). Misafirlerden haberdar olan halk toplanıp evi kuşatır ve misafirlerin kendilerine teslim edilmesini ister. Lût kendisini misafirlerin yanında rezil etmemelerini, isterlerse kızlarıyla evlenebileceklerini, ancak misafirlerden vazgeçmelerini söyler. Fakat onlar Lût’a, başkalarının işine karışmaktan ve yabancıları evine almaktan kendisini menettiklerini hatırlatarak isteklerinde ısrar ederler. Lût, “Keşke size karşı koyacak gücüm olsaydı” diyerek sıkıntısını dile getirir (Hûd 11/77-80; el-Hicr 15/67-71). Bunun üzerine melekler Allah’ın elçileri olduklarını, kavminin kendisine ve ailesine zarar veremeyeceğini, geceleyin şehri terketmesini, sabaha yakın azabın geleceğini, karısı dahil kavminin helâk edileceğini bildirirler (Hûd 11/81). Öte yandan dışarıda evi kuşatan ve içeri girmeye uğraşan halkın gözlerini kör ederek (el-Kamer 54/37) onları evin çevresinden uzaklaştırırlar. Lût ve ailesi şehirden çıkar, sabaha karşı da şehrin altı üstüne getirilir, üzerlerine balçıktan pişirilmiş, kat kat taşlar yağdırılır ve Lût’un kavmi karısıyla birlikte helâk edilir (el-A‘râf 7/83-84; Hûd 11/81-83; el-Hicr 15/65, 73-74; el-Kamer 54/37-39; et-Tahrîm 66/10). Kaynaklarda, Lût’un yaşadığı yer ve çevresinin altının üstüne getirilmesi sebebiyle “mü’tefikât” diye adlandırıldığı belirtilmektedir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XII, 97-98).
Lût’un ısrarla misafirleri isteyen kavmine kızlarıyla evlenmelerini teklif etmesi, onların cinsî sapıklığı bırakarak kavminin kızlarıyla evlenmeleri veya kendisinin evli olmayan kızlarını nikâhlamaları şeklinde yorumlanmaktadır. Çünkü kavminin yaptığını kötülük ve pislik olarak niteleyen Lût ailesi ahlâksız kavmi tarafından alay maksadıyla “temiz kalmak isteyen insanlar” olarak takdim edilmekte (en-Neml 27/56), diğer taraftan gayri meşrû ilişkileri bırakıp kızlarla evliliği tavsiye eden Lût bunun kendileri için daha temiz olduğunu belirtmektedir (Hûd 11/78).
Hadislerde Lût’un Hûd sûresinde yer alan temennisiyle (11/80) Lût kavminin yaptığı kötülüğü işleyenlere Allah’ın lânet edeceği ve onların öldürülmesi gerektiği bildirilmektedir (Müsned, I, 217, 300, 309; Buhârî, “Enbiyâʾ”, 11, 15, 19; Müslim, “Feżâʾil”, 152, 153). Lût ve kavmiyle ilgili olarak Kur’an ve hadis dışındaki İslâmî kaynaklarda yer alan çeşitli rivayetler (Sa‘lebî, s. 80) çoğunlukla yahudi kaynaklarındaki bilgilere dayanır. ( https://islamansiklopedisi.org.tr/lut)
Esma-ı Hüsna: El-Habir, Sözlükte “bir nesneyi gereğince bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak” anlamına gelen hubr (hibre) masdarından türemiş olan habîr kelimesi, “bilen, bir nesnenin mahiyetine ve iç yüzüne vâkıf olan, haber yoluyla bilgi edinmek” demektir.
Allah’ın sıfatı olarak ise; her şeyden haberdar olan, gizli ve açık hiçbir şey kendisinden gizli olmayan, bütün sırları, işlerin iç yüzünü bilen, haber veren demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de isim haliyle fazlaca geçmektedir. Allah’ın, insanların yaptıkları her şeyden ve kıyametteki durumlarından haberdar olduğu mânasını ifade etmekte ve daha çok müjdeleyici bir üslûp taşımaktadır. Bazı âyetlerde ise, “yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan” mânasındaki latîf, bazı ayetlerde “gören” mânasındaki basîr, “bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan” anlamındaki hakîm, “hakkıyla bilen” anlamındaki alîm ismiyle birlikte kullanılmıştır. Kelimenin bu kullanılışlarının mânasına zenginlik kattığı, onu pekiştirip açıklığa kavuşturduğu görülmektedir.
“O, kullarının üstünde tam bir tasarrufa sahiptir. O hakîmdir, her şeyden haberdardır.” (En’âm, 18)
“Görmüyor musun ki, Allah gökten su indiriyor da yeryüzü yemyeşil oluveriyor! Kuşkusuz Allah latîftir, her şeyden haberdardır.” (Hac, 63)
“Kıyamet saati hakkındaki bilgi yalnız Allah’ın katındadır; O, yağmuru yağdırmakta; rahimlerdekini bilmektedir. Hiç kimse yarın ne elde edeceğini bilemez; hiç kimse nerede öleceğini bilemez, ama Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” (Lokman, 34)
“Sana vahyettiğimiz kitap kendinden öncekileri doğrulayıcı bir hakikattir. Kuşkusuz Allah kullarından haberdardır, her şeyi görmektedir.” (Fatır, 31)
“Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadının yaptıklarına karşılık bir ceza, Allah’tan bir ibret olarak ellerini kesin. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.” (Maide, 8)
Allah’ın insanların yaptıklarından haberi olduğunu, iyi-kötü, gizli-aşikâr, hayır-şer bütün yaptıklarından haberdar olduğunu bildirmektedir. Habîr esmasında bilme ve ona göre ödüllendirme ve cezalandırma anlamı da vardır.
“İşte o gün (anlayacaklar ki), rableri onlardan tam mânasıyla haberdardır!” (Adiyat, 11)
“Asla ölmeyecek olan O diri varlığa (Allah’a) dayanıp güven ve O’na hamdederek yüceliğini dile getir. Kullarının günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeterlidir.” (Furkan, 58)
“Nûh’tan sonraki nesillerden nicelerini helâk ettik. Kullarının günahlarını bilip görmede rabbin yeterlidir.” (İsra, 17)
“Allah, eceli gelince hiç kimsenin ölümünü ertelemez. Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır.” (Münafikun, 11)
Rabbimizin geçmiş ümmetler hakkında bize haber vermesi, kıssalar ile bunları anlatması da habîr esması çerçevesi altında anlatılmalıdır.
Esmâ-i hüsnâyı kendine has bir yöntemle gruplandıran Gazzâlî, habîrle birlikte dört ismin ilim kavramı etrafında halkalandığını kabul etmiştir. Ona göre el-Alîm ismi mutlak mânada ilme delâlet eder. el-Habîr, ilmin duyularla algılanamayan bâtınî kısmını, eş-Şehîd’de algı alanına yönelik kısmını ifade eder. El-Hakîm bilineceklerin en şereflilerine yönelik iken el-Muhsî, ayrıntıları sınırlı bulunan konulan aydınlatan bir isimdir şeklinde açıklamaktadır.Naslarda Allah’a nisbet edilen, yüce yaratıcıyı niteleyip tanıtan ve dolayısıyla O’nu mânen insanlara yaklaştıran isim ve sıfatların her biri mümin üzerinde değişik etkiler yapar. Kuşeyrî’ye göre habîr isminin kul üzerindeki tesiri, bütün davranışlarına vâkıf bulunan Cenâb-ı Hakk’a olanca samimiyetiyle güvenip teslim olmak ve her şeyin O’ndan geleceği şuuruna sahip olmaktır. Öyle ki bu mertebeye erişen kul ihtiyaç ve dileklerini diliyle ifade etmez, sadece kalbinden geçirmekle yetinir.Gazzâlî ise habîr isminin bir yöntem olarak kullanılmasını önerir. Mümin kul bu ismin ışığı altında kendi varlığını, özellikle psikolojik yapısını teşhis etmeli ve içinde barınan hayvanî duygulara karşı cephe alarak onları yenmeli, hile ve tuzaklarından sürekli olarak korunmalıdır.
El-Habir, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 812’dir.
El-Halim: “Sabırlı ve temkinli, akıllı ve ağır başlı olmak” mânasındaki hilm masdarından sıfat olup “sabırlı ve temkinli olan, acele ve kızgınlıkla muamele etmeyip ileride meydana gelecek gelişmelere fırsat tanıyan” demektir. Dil âlimleri kelimenin, “kudreti olduğu halde cezalandırmayan” ve “cezayı büsbütün terketmeyip gelişmelere göre hareket eden” şeklindeki iki anlamına dikkat çekerler. Halîm esmâ-i hüsnâdan biri olarak “sabırlı, acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen” mânasına gelir. Halîm kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’in on beş yerinde geçmekte olup bunlardan on birinde Allah’a, ikisinde Hz. İbrâhim’e, birinde Şuayb’a, birinde de İsmâil peygambere izâfe edilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥalîm” md.). Allah’ın ismi olarak zikredilen halîm tek başına kullanılmayıp altı âyette “bütün günahları bağışlayan” anlamındaki gafûr, üç âyette “hakkıyla bilen” anlamındaki alîm, bir âyette “her şeyden müstağni olan, kendi dışındaki her şeyin O’na muhtaç olduğu varlık” mânasındaki ganî, bir âyette de “az iyiliğe çok mükâfat veren” mânasındaki şekûr ismiyle birlikte zikredilmiştir. Bu kullanılış kelimenin mânasına açıklık getirdiği gibi ona zenginlik ve derinlik de kazandırmaktadır. İlgili âyetlerin incelenmesinden anlaşılacağı üzere halîmin gafûr ismiyle beraber kullanıldığı yerlerde kulların işleyebileceği bazı günahlardan söz edilmekte, bu tür günahları işleyenlerin âcilen cezalandırılmayıp dönüş yapmalarına (tövbe) fırsat tanınacağı belirtilmektedir (bk. el-Bakara 2/235; Âl-i İmrân 3/155; el-Mâide 5/101; el-İsrâ 17/44; Fâtır 35/41). Alîm ile birlikte kullanıldığı üç âyetten birinde mirasın taksimi anlatılmakta ve bu hususta ortaya konan ölçülerin insanlığın mutluluğunu dileyen Allah’ın bir öğüdü olduğu, O’nun bütün hak ve hukuk türlerini bildiği, mirasın bölüştürülmesinde yapılabilecek bazı yanlışlıkları da hemen cezalandırmayacağı ifade edilmektedir (en-Nisâ 4/12). Diğer iki âyetin birinde Allah yolunda hicret edip sıkıntılara katlananları iyi âkıbetlerin beklediği müjdelenmekte ve bu tür sosyal çalkantılar karşısında ilâhî müdahalenin bilgiye ve temkine dayandığı anlatılmakta (el-Hac 22/59), diğerinde de Allah’ın, gönüllerde saklanan her sırra vâkıf olmasına rağmen sabır ve teennî ile muamele ettiği bildirilmektedir (el-Ahzâb 33/51). Halîmin ganî ismiyle beraber kullanıldığı âyet, malî konuların ve Allah rızâsı için karşılıksız harcamada bulunmanın işlendiği âyetler içinde yer almakta (el-Bakara 2/263), şekûr isminden hemen sonra yer aldığı âyette de ödünç para verenlerin Allah tarafından fazlasıyla mükâfatlandırılacağı beyan edilmektedir (et-Tegābün 64/17). Özellikle bu son iki kullanılış halîmin, “hak edilmiş cezaları hemen uygulamayıp mühlet veren” anlamının yanı sıra “yapılan iyilikleri ve faziletli davranışları bazı eksiklikleri hesaba katmadan fazlasıyla mükâfatlandıran” mânasını da içerdiğini göstermektedir. (https://islamansiklopedisi.org.tr/halim)
El-Halim, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 88’dir.
El-Azim, Zatı ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu, pek azametli. "Azîm", izam, kökünden büyüklük manasında bir sıfat olup büyüklükte mübalağa ifade etmektedir. İzam, büyük, aziz, ulu, yüce ve kibriya manalarına gelmektedir.
Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan azamet sahibi yüce Allah, mecid ve değeri çok yüksek sıfatlara layıktır. Sübhan Tealâ'nın büyüklük sıfat ve azametine akıllar erişemez, O'nun künhünü gözler kuşatamaz.
Bütün noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah'ın varlığı zorunludur.
Sübhanellahil-azim, her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibidir. O, öyle bir güç kudret sahibidir ki hiçbir şey onu aciz bırakamaz.
Yüce Allah, yaratılmış olanların sahip olacakları sıfatlardan münezzeh, her türlü sena ve övgüye layıktır.
"El-Azim" ismi Kur'ân-ı Kerim'de Allah’ımızın ismi olarak sadece altı defa zikredilmiştir. Bunlar: Bakara-255, Şûra-4, Vakıa-74-96, Hakka- 33-52.
“Göklerde ve yerde ne varsa hep O’nundur. O çok yücedir, çok uludur.” (Şûra, 4)
“Çünkü o, ulu Allah’a iman etmezdi;” (Hakka, 33)
"O halde, ulu Rabbi’nin adını yüceltip noksanlıklardan tenzih et." (Vakıa, 74;96, Hakka, 52)
Peygamberimiz, bu ayet indiği zaman, “Bu teşbihi secdenizde söyleyiniz” buyurmuşlardır. Bu emre binaen, namazların rükûunda üç defa “Subhane Rabbiyel Azim” denir. Peygamberimiz namazlarının ruukunda, “Ulu Rabbimi her türlü noksanlıklardan tenzih ederim” secdelerinde ise, “Ulu Rabbim her türlü noksanlıklardan tenzih ederim” Sübhane Rabbiyel Ala” şeklinde tesbihatta bulunmuştur.
“Allah, O’ndan başka tanrı yoktur; diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun izni olmadıkça katında hiçbir kimse şefaat edemez. Onların önlerinde ve arkalarında olanları O bilir. O’nun ilminden hiçbir şeyi -dilediği müstesna- kimse bilgisi içine sığdıramaz. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine almıştır. Onları korumak kendisine zor gelmez. O yücedir, mutlak büyüktür.” (Bakara, 255)
Allah Teâlâ büyüktür. Tazimi gerektiren bütün vasıf ve anlamlar O'na aittir. Hiçbir yaratık O'nu layık olduğu şekilde övemez ve O'na yapılması gereken övgüleri sayamaz. Bilakis O, kendisini nasıl övmüşse öyledir. Kulların övgülerinin üstündedir.
Abdullah ibn Abbas, Peygamberimizin (s.a.v.) bir sıkıntı esnasında şöyle dua ettiğini rivayet eder; “Halim ve Azim Allah’tan başka ilah yoktur. Ulu Arşın Rabbi, yerin Rabbi ve göklerin Rabbi Allahtan başka ilah yoktur.” (Nesai)
Peygamber (s.a.v) bir üzüntü anında şöyle derdi.
"Allah ki, Ondan başka ilah yoktur. Büyük arşın sahibidir." (Neml, 26)
Peygamberimiz (s.a.v.):
"Kim bir hastanın huzuruna girer de hastanın eceli henüz gelmemişse (hastaya), yüce arşın sahibi, azamet sahibi Allah'tan sana şifa vermesini niyaz ediyorum" der de bunu yedi defa tekrarlarsa Allah'ın izniyle o kimse şifa bulur.”
Allah en yüce mesel sahibidir. Allah Resulü Muhammed (s.a.v.)'ın mü'minlere şu müjdesi kafidir:
"Her kim ilim öğrenir ve öğretirse, bununla göğün melekutunda "azim" diye çağırılır."
Biliniz ki Allah için sabit olan ta'zimin iki türlü anlamı vardır:
1. O, bütün kemal sıfatlarla muttasıftır. Bu sıfatların da en mükemmellerine, en büyüklerine ve en kapsamlılarına sahiptir. Herşeyi kuşatıcı ilim O'nundur. Geçerli ve nüfuz edici güç, kuvvet, azamet ve büyüklük O'na aittir. İbnu Abbas ve başkalarının da söylediği gibi; gökler ve yerin, Rahman'ın avucunda sanki bir hardal tanesinden daha küçük mesabede olması O'nun azametindendir.
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur:
"Onlar Allah'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun avucundadır." (Zümer, 67)
"Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. Eğer onların nizamı bir bozulursa kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz." (Fatır, 41)
"...O yücedir, uludur. O'nun azametinden, yukarılarından neredeyse gökler çatlayacak..." (Şura, 5)
Rasûlullah'tan (s.a.v.) gelen sahih bir hadiste söyle buyurulur;
"Allah Teâlâ buyurur ki; kibriya benim ridamdır, azamet ise izârımdır. (Ridâ: Aba, cübbe veya gömlek gibi elbise; İzâr: Belden aşağıya giyilen elbise. Azamet ve kibriya Allah'a ait iki sıfat ki, sadece O'na mahsustur. Mahlukatın bu sıfatları alması caiz değildir. Bu iki sıfatın ridâ ve izâra benzetilmesinin sebebi şudur: Nasıl ki insan ridâsı ve izârını giyerken bir başkası, ona ortak olamazsa Allah Teâlâ da bu sıfatlarında ortaklığı asla kabul etmez.) Kim ki benimle bunlardan birisi için yarışıp, çekişirse ben onu azabımla cezalandırırım." (Müslüm, İbn Mace)
Büyüklük ve azamet Allah'a mahsustur. Bu iki safatın hakkını takdir etmek ve künhüne vakıf olmak mümkün değildir.
2. Yaratıklardan hiç kimse Allah'a yapılan ta'zim gibi bir ta'zime müstehak değildir. O'nun kullarının O'na kalpleriyle, dilleriyle ve bütün azalarıyla ta'zim göstermeleri gerekir, bu, O'nu tanımak ve sevmek hususunda bütün gücü sarfetmekle, O'na itaat etmek ve boyun eğmekle, O'ndan korkmakla, dil ile O'nu anmak ve bütün azalarıyla O'na olan şükrünü ve kulluğunu yerine getirmekle olur. O'na hakkıyla saygı göstermek, itaat edip karşı gelmemek, zikredip unutmamak, şükredip nankörlük etmemek de O'na ta'zimin gereklerindendir. O'nun hürmetli kıldığı ve meşrulaştırdığı zaman, mekan ve amellere saygı göstermek de Allah'a saygı göstermek demektir.
"Bu böyledir. Her kim Allah'ın nişanelerine hürmet gösterirse şüphesiz bu, kalplerin Allah'a karşı gelmekten sakınmasındandır." (Hac, 32)
"İşte böyle; her kim Allah'ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında onun iyiliğinedir." Hac-30
O'nun yarattığı hiçbir şeye ve koyduğu hiçbir kurala itiraz edilmemesi O'na saygıdandır.
Azamet, büyüklük ma'nâsınadır. Hakikî büyüklük Allah'a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve ekmel büyüklük ancak O'nundur ve herşey O'nun büyüklüğüne şahittir. Bu sıfatta da Allah'a herhangi bir denk bulunması muhaldir. Çünkü her şey, her an ve her hususta, Allah'a ihtiyacını gösterip dururken büyüklük bahis mevzuu olur mu? İhtiyâç ile büyüklük birbirine zıt şeylerdir. Varlığımızı O'na borçlu olduğumuz gibi, kafamızda ve kasamızda ne varsa, onları da O'na borçluyuz. İhtiyaçlarımızın husulü O'nun lütuf ve keremine bağlı, maksatlarımızın meydana gelmesi O'nun irâdesine mütevakkıftır.
Mahlûkun büyüklüğü, yaratılmışlar, kendi aralarında içlerinden bâzıları hakkında "büyük" sözünü kullanırlar. Meselâ, zaferler kazanmış bir komutana büyük asker, bilgi şubelerinin herhangi birinde yepyeni mevzular açana büyük âlim, Süleymâniye camii gibi seyrânı bile insana hayranlık veren eserler kurana büyük mimar... derler. Kendilerine büyüklük ünvânı verilen bu zâtların büyüklüklerini isbat eden alâmet, şüphe yok ki, her birinin ortaya koyduğu eserdir. Bu eserlere ne kadar nüfuz edilirse, onların büyüklük dereceleri o kadar iyi anlaşılmış olur ve o nisbette de gönüllerde kendilerine karşı bir sevgi ve tazim hissi uyanır. Fakat bu eserlere nüfuz edebilmek de bilgiye bağlıdır.
Allâhu Teâlâ Büyükler Büyüğüdür, İyice düşünülünce tasdik edilir ki, büyük dediğimiz bu adamları bir damlacık sudan meydana getiren ve onlara büyüklük vasfını kazandıran, kudret ve kabiliyet bağışlıyan, büyükler büyüğü Allahu teâlâ, daha evvel sezilmek, sevgi ve saygının en yükseği ona tahsis edilmek iktizâ eder. Her göz attığımız noktada, Allah'ın yarattığı, bir değil, milyarlarca eser görüyoruz.
Bunlar Allahu teâlâ'nın emir ve takdiri ile durmadan işleyip duruyor. İnsan bunların ne ince ne acaip şeyler olduğunu öğrenmeğe kalkışsa, sonu acze varır dayanır, işte Allahu teâlâ'nın büyüklüğünü görmek ve öğrenmek isteyenler için bir çimen yaprağı, bir kitap kadar derin ve geniştir.
Küçük bir yaprağın yaradılışındaki esrara nüfuz edemiyeceğini anlayan bir insan, onu yeryüzünde henüz ismini, cismini öğrenemediğimiz milyarlarca çeşit nebatata, yüksek dağlara, engin denizlere ve o denizlerde yaşıyan hadsiz hesapsız acâip mahlûkâta ölçmeli de kâinatın yaradılışındaki hikmet ve esrârın zihinler yırtıcı heybeti karşısında Yaradan'a secdeye kapanmalı ve "Yâ Rabbe'l-âlemîn! Büyüksün, büyüksün. Büyüklük, ancak Sen'in şânındır. Bizi ancak sana kulluk edip, rızâna eren kullarına kat! Câhillerin, Sen'in şânına yaraşmıyan sözlerinden Sen'i tenzih ve takdis ederiz. Bizi onlarla beraber tutma" diye dâima lûtf ve merhametini istemelidir.
Gazzali; Şunu iyi bil ki: (Azim) kelimesi ilk vazedildiğinde, cisimlere itlâk edilip şöyle denilmiştir: Bu cisim büyüktür. Şu cisim bundan daha büyük tür. Cisimlere göre tabii. Büyük olan cisme büyük, ondan daha büyüğü görüldüğünde onun hakkında daha büyük cisimdir, tabiri kullanılmıştır. Sonra bu büyüklük; gözün çevreleyebileceği kadar olur, çevrelemeyeceği kadar olur. Yer, gök gibi. Meselâ bir fil için (Fil büyüktür, bir dağ için de bu dağ büyüktür) deriz ve göz onun büyüklüğünü çevreleyebilir. Ama yer (dünya) büyüktür dediğimizde göz onu ihata edemez. Gök de öyle. Çünkü bunlar gözlerin göremeyeceği kadar büyüklüğe sahiptirler. Sonra gözlerin görüp idrak ettiği şeyler de kısım kısımdır. Akılların künhünü (Hakikatini) idrak edebilecekleri vardır, idrak edemeyecekleri vardır.İşte akılların künhünü idrak edemeyeceği, bütün büyüklerin ötesinde olan en büyük, ihatası imkânsız olan Mutlak Büyük Allah'tır. ( https://www.sakuraakademi.com/el-azim)
El-Azim, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 1020’dir.
El-Gafur: Gafûr kelimesi, sözlükte “örtmek, gizlemek, kirlenmekten korumak için bir şeyin üstünü örtmek” mânasındaki gafr (gufrân, mağfiret) kökünden sıfat olup “birinin kusurunu örten, suçunu bağışlayan” anlamına gelir. Râgıb el-İsfahânî, Allah’a nisbet edilen gufran ve mağfireti O’nun, kulunu azap görmekten koruması şeklinde mânalandırmıştır. Bu ise günahı bağışlamanın sonucunu gösteren (lâzımî) bir anlam niteliği taşır. Aynı kökten gelen istiğfâr kelimesi kişinin, kusurunun bağışlanmasını Allah’tan talep etmesi anlamına gelir. Râgıb el-İsfahânî’ye göre bu talebin hem söz hem de fiil ile olması gerekir. Aksi halde istiğfar kişiyi yalancı durumuna düşürür (el-Müfredât, “ġfr” md.). Bu açıdan bakıldığında istiğfarın “Allah’a dönüş” mânasına gelen “tevbe” ile anlam yakınlığı içinde olduğu görülür.
Kur’ân-ı Kerîm’de gafr kökünden türemiş 234 kelime bulunmaktadır. Bunların beşi yine “affetmek, bağışlamak” mânasında olmak üzere insana nisbet edilmiştir. Altmış birini muhtelif fiil kalıplarının, diğerlerini de çeşitli sıfat ve isimlerin (gāfir, gafûr, gaffâr, gufrân, mağfiret) oluşturduğu toplam 187 kelime doğrudan Allah’a izâfe edilmiştir. Kırk iki kelime ise istiğfar kavramı etrafında şekillenmiştir ki bunlar da sonuç itibariyle Allah’ın gafûr ismine râcidir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ġfr” md.).
Allah’ın gafûr (gaffâr) oluşunu ifade eden 229 kelime, Kur’ân-ı Kerîm’in 29. cüzünün sonlarında yer alan Müddessir sûresinin nihayetine kadar (74/56) bazı kesintilerle birlikte ardarda devam eder. Kur’an’ın tamamı göz önünde bulundurulduğu takdirde gufran kavramının yer almadığı sûreler hacim bakımından yüzde on üç civarında kalır. Bu kavramı içeren son sûredeki âyetin meâli ise şöyledir: “O çok bağışlayan (gafûr) ve çok sevendir” (el-Burûc 85/14). Aslında gafûr isminin tecelli etmesi, yani fiilî bir sıfat olarak fonksiyoner olması insanların günah işlemeleri ve bağışlanmalarını istemelerine bağlıdır. İslâmî anlayışta her insan selim bir fıtratla ve günahsız olarak dünyaya geldiğine, ayrıca herkes kendi yaptığından sorumlu olacağına göre aslî günah yoktur. Şu halde mağfiret kavramının Kur’ân-ı Kerîm’de birçok defa tekrarlanmasının sebebi nedir? Bu noktada, insanı sürekli günah işleyen bir mücrim telakki etmek yerine, onun Allah’a ulaşabilmesi için kazanması gereken kemal mertebeleri ve yetkinlik vasıflarında geri kalabileceği veya hatalı davranabileceği şeklinde bir yaklaşımı benimsemek ilgili âyetlerin genel muhtevasına daha uygun düşmektedir. ( https://islamansiklopedisi.org.tr/gafur)
El-Gafur, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 1286’dır.
Bir Dua: Bismillahillezî lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüvessemî’ul alîm. “İsmi sayesinde yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah'ın adıyla. O her şeyi işitir ve bilir.”
Henüz Yorum yok