İman Etmedikçe Cennete Giremezsiniz, Birbirinizi Sevmedikçe de İman Etmiş Olmazsınız

RAMAZAN GÜNLÜĞÜ 18

                                                                                                  Hazırlayan: Mustafa KÜÇÜKTEPE

Bir Ayet: "Müminler ancak kardeştirler, öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin, Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız." (Hucurat, 10)

Bir Hadis: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız." (Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56)

Bir Konu: Kardeşlik. İman, tüm mü’minleri birbirine kardeş yapan en mühim bağdır. Onların hepsi nesepte olmasa dahi dinde ve haklarının korunması hususunda birbirlerinin kardeşleridirler. Bu bakımdan din kardeşliği, nesep kardeşliğinden daha sağlamdır. Çünkü nesep kardeşliği din ayrılığı halinde kesintiye uğradığı halde, din kardeşliği neseplerin farklılığı dolayısıyla kesintiye uğramaz. İman kardeşliğinin bir gereği olarak, gerek iki mü’min fert, gerek iki mü’min cemaat bozuştuklarında, hemen aralarını bulup barıştırmak, din kardeşliğinin bir gereğidir. Bu bakımdan hem din kardeşliğinin gereğini yerine getirme, hem bozuşmaktan ve kavgadan uzak durma, hem de bozuşanların aralarını düzeltme noktasında Allah’tan korkmak, Allah’ın emrine göre hareket etmek, yanlış yapıp da Allah’ın cezasına uğramaktan korkmak icap eder. Ancak böylece ilâhî rahmete ermek mümkündür.

Resûlullah (s.a.s.) iman kardeşliğinin hukuku ve ehemmiyeti hakkında şöyle buyurur:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)

Şu misâl ne kadar ibretli ve mânidârdır:

Seriyy-i Sa­ka­tî (k.s.), birgün der­ste ta­le­be­le­ri­ne:

“Mü’min­le­rin dert­le­riy­le dert­len­me­yen, on­lar­dan de­ğil­dir” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 87) ha­dî­si­ni izah eder­ken, bir ta­le­be­si he­ye­can­la içe­ri gi­rer ve:

“–Üs­tâ­dım! Bütün ma­hal­le yan­dı, kül ol­du. Yal­nız si­zin ev kur­tul­du” der. Hazret: “El­ham­dü­lil­lâh!..” diye şükreder. Otuz se­ne son­ra bir dos­tu­na:

“–Ben o va­kit; «El­ham­dü­lil­lâh!..» de­mek­le, bir an­lık da ol­sa sırf ken­di­mi dü­şün­müş, fe­lâ­ke­te uğ­ra­yan­la­rın ıztı­râ­bın­dan uzak kal­mış ol­dum. İşte, otuz se­ne­dir o andaki gafletimin tev­be­si için­de­yim!..” şeklinde pişmanlığını dile getirmiştir.

Bir diğer ibretli misal:

Evvelce bir ortodoks olan Yaman Dede, Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si bereketiyle hidâyet bulmuş, içli, yanık bir Peygamber âşığı idi. Adetâ onun ve ashâbının ahlâkıyla ahlâklanmıştı. Şu hâdise, onun bu hâlini aksettirmeye kâfîdir:

Birgün derste öğrencilerinden biri sorar:

“–Hocam ağır bir günahın altında kalmayı mı, yoksa cüzzam illetine tutulmayı mı tercih edersiniz?”

Yaman Dede şöyle cevap verir:

“–Allah’ın kullarının gönül dünyasından bir an için uzak­laşmak ve duyarsız olmaktansa diri diri yanıp kül olmayı tercih ederim!”

İşte İslâm’ın insana kazandırdığı diğergâmlık, merhamet ve muhabbet ufkunun enginliği!..

Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da ihtiyâcını karşılar. müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyâmet gününde ayıplarını örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)

 “Birbirinize haset etmeyin. Birbirinizin aleyhine alış­verişi kızıştırmayın. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Birinizin alışverişi üzerine alışveriş yapmayın. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun! Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez. -Üç de­fa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini küçük görmesi yeter. Her müslümanın diğerine ka­nı, malı ve namusu haramdır.” (Müslim, Birr 32) (Ömer Çelik Tefsiri)

Müslüman, Müslüman kardeşini sevmek durumundadır. Mümin olan kişi, diğer mümin kardeşinden nefret edemez. Böyle bir hakkı yoktur. Cennete girmenin yolu iman etmek ise; iman etmenin yolu da birbirimizi sevmekten geçmektedir. Müslüman, Müslüman kardeşinin diline, ırkına, rengine bakmadan sevmek zorundadır. Çünkü İslam bizi birbirimize kardeş kılmıştır. Kardeş, kardeşi sever. Öyleyse kardeşlik hukukunu tesis edelim. Küs durmak, nefret etmek, kin tutmak gibi kardeşler arasını bozan hususlardan uzak duralım. Sevelim sevilelim dünyaya kimseye kalmaz.

Bir Peygamber: Hz. SüleymanHz. Dâvûd’un oğlu, İsrâiloğulları’na gönderilen hükümdar-peygamber. Kur’ân-ı Kerîm başta olmak üzere tefsir, hadis, tarih ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında bir hükümdar-peygamber olarak Hz. Süleyman’dan ve onun üstün vasıflarından genişçe bahsedilmektedir. Kur’an’da on yedi yerde ismen geçen Süleyman’ın Hz. Dâvûd’un oğlu ve vârisi olduğu, üstün kılındığı, şükreden, sâlih, hakîm, anlayışlı bir kul olduğu bildirilmekte, keskin zekâsı, engin bilgisi ve hikmetiyle karmaşık meseleleri kolayca çözüme kavuşturma yeteneğinden söz edilmektedir (el-Enbiyâ 21/78-79; en-Neml 27/15, 16, 19, 20, 27, 34, 40; Sâd 38/30). Allah diğer peygamberler gibi Süleyman’a da vahiyde bulunmuş ve onu da diğerleri gibi doğru yola iletmiştir (en-Nisâ 4/163; el-En‘âm 6/84). Kur’an, Süleyman’ın güzel bir kul olduğunu, daima Allah’a yöneldiğini, Allah katında büyük değeri ve güzel yeri bulunduğunu belirtmektedir (Sâd 38/30, 40). Dolayısıyla Ahd-i Atîk’te yer alan, Süleyman’ın son dönemlerinde putlara taptığı, Allah nazarında değerini yitirdiği, hükümdarlığının elinden alınmasıyla tehdit edildiği gibi rivayetler, hem İslâm’ın peygamberlik anlayışıyla hem de Kur’an bilgileriyle çelişmektedir.

Hz. Süleyman’ın babasına vâris oluşu (en-Neml 27/16) ve babasının kendi yerine onu seçmesiyle ilgili çeşitli rivayetler nakledilmiştir. Allah, Hz. Dâvûd’a on üç soru göndermiş ve bu soruları oğlu Süleyman’a sormasını istemiş, şayet bunları bilirse kendisinin yerine geçeceğini Dâvûd’a bildirmiş, Süleyman da soruların hepsini doğru şekilde cevaplamıştır. İslâm kaynaklarında Hz. Süleyman’ın on iki veya on üç yaşlarında tahta geçtiği, Suriye’den İran’a kadar uzanan bölgeye, hatta bütün dünyaya hâkim olduğu, dünyanın ikisi mümin, ikisi kâfir dört kişinin egemenliğinde bulunduğu, müminlerin Süleyman ve Zülkarneyn, kâfirlerin Nemrud ve Buhtunnasr olduğu rivayet edilmektedir (Sa‘lebî, s. 290-292).

Süleyman’a verilen nimetler ve onun üstünlükleri bağlamında Kur’an’da yer alan bilgilere göre Süleyman, “Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen daima bağışta bulunansın” diye dua etmiş, “Bunun üzerine biz de istediği yere onun emriyle kolayca giden rüzgârı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğer yaratıkları emrine verdik” buyurulmuş ve, “İşte bu bizim bağışımızdır, ister ver, ister elinde tut” ifadesiyle yetkinin tamamen kendisinde olduğu belirtilmiştir (Sâd 38/35-39).

Allah, Hz. Dâvûd gibi Süleyman’ı da peygamberlik, hükümdarlık, hikmet ve ilimle donatmış, saltanatı ve nübüvveti onların şahsında toplamıştır (el-Bakara 2/251; el-Enbiyâ 21/79; en-Neml 27/15; Sâd 38/35-38). Ancak Hz. Süleyman’ın olayları değerlendirme ve problemleri çözme kabiliyeti babasından daha üstündür. Bunun Kur’an’da atıf yapılan bir örneği (el-Enbiyâ 21/78-79) şöyle anlatılmaktadır: Bir koyun sürüsü geceleyin bir ekin tarlasına girip zarara yol açar. Ekin sahibi ile sürü sahipleri arasındaki davada hâkimlik yapan Dâvûd ve Süleyman farklı kararlar verirler. Hz. Dâvûd koyunların ekin sahibine tazminat olarak verilmesine hükmeder, oğlu Süleyman ise şu hükme varır: Ekin tarlası sürü sahiplerine verilmeli, onlar ziyandan önceki haline gelinceye kadar tarlanın bakımını üstlenmelidir. Koyunlar da tarla sahibine verilmeli, tarlası eski bakımlı haline gelinceye kadar bu koyunların sütünden, yününden ve yavrularından yararlandırılmalıdır. Hz. Dâvûd oğlunun bu ictihadını beğenerek kendi görüşünden vazgeçer (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, X, 50-54; Sa‘lebî, s. 289). Hz. Süleyman’ın mesele çözmedeki maharetine ve kararlarındaki isabete örnek olarak aynı çocuğu sahiplenen iki kadın olayı hadislerde de yer almaktadır (Tecrid Tercemesi, IX, 158-162).

Hz. Süleyman’ın emrine kasırga gibi esen rüzgâr verilmiştir ki (el-Enbiyâ 21/81) bu rüzgârın sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir ay sürmektedir (Sebe’ 34/12). Bu âyetin tefsirinde doğruluğu tartışmalı olan çeşitli rivayetler nakledilmiştir. Bu rivayetlerde Hz. Süleyman’ın ahşaptan yapılmış bir platformunun bulunduğu, gezinti veya savaş halinde bütün malzemelerin bu platforma yüklendiği, yükleme işi bitince rüzgâra emir verdiği ve platformun üzerinde istediği yere götürüldüğü nakledilmektedir. Yahudi kaynaklarında da yer alan diğer bazı rivayetlere göre ise uçan halısının olduğu, bu halı ile yolculuk ettiği belirtilmektedir (Sa‘lebî, s. 293-294). Ayrıca Hz. Süleyman’a kuş dili öğretilmiştir (en-Neml 27/16). Kuşlardan meydana gelen ordusunda hüdhüdü göremeyince soruşturmuş, mazeret beyan etmezse cezalandıracağını söylemiş, çok geçmeden hüdhüd ortaya çıkarak Sebe diyarından haber getirmiştir (en-Neml 27/17, 20-28; ayrıca bk. HÜDHÜD). Kendisine başka hayvanların dili de öğretilmiştir. Ordusuyla birlikte karınca vadisine geldiğinde bir karınca diğerlerini uyarmış ve Süleyman’ın ordusu tarafından ezilmemeleri için yuvalarına girmelerini istemiş, bunu duyan Süleyman verdiği nimetler için Allah’a şükretmiştir (en-Neml 27/17-19).

Kur’an Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordulara sahip bulunduğunu, bu orduların hep birlikte sefere çıktığını (en-Neml 27/17), emrinde çalışan cinlerin Süleyman’a yüksek ve görkemli binalardan, heykellerden, havuzlar kadar geniş lengerlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaptıklarını (Sebe’ 34/12-13), yine şeytanlar arasında onun için bina kuran, dalgıçlık eden ve başka işler görenlerin olduğunu da (el-Enbiyâ 21/82; Sâd 38/37) bildirmektedir. Bu hususlar kısmen farklı bir şekilde Ahd-i Atîk’te de yer almaktadır. Yine Ahd-i Atîk’te kaydedilen bir diğer bilgi olarak İslâmî kaynaklarda elini kana buladığı için mâbed inşasının Hz. Dâvûd’a değil oğlu Süleyman’a nasip kılındığı ve ona kan dökmekten uzak tutulacağı için Süleyman adının verildiği belirtilmektedir (Taberî, Târîḫ, I, 485).

Hz. Süleyman, cinlerden ve insanlardan oluşan ordusu sayesinde hâkimiyeti altına aldığı bölgeleri muhteşem bir saraydan yönetiyordu. Bu saray dönemin en ileri tekniği kullanılarak üstün bir estetik anlayışıyla inşa edilmiştir. Sarayda göz alıcı sanat eserleri ve görenleri hayran bırakan değerli eşyalar mevcuttu. Hz. Süleyman, Sebe melikesine (Belkıs) onu müslüman olup Allah’a teslim olmaya davet eden bir mektup göndermiş, melike mektuba karşılık olarak Süleyman’a gönderdiği hediyelerin kendisine geri gelmesi üzerine Süleyman’ı sarayında ziyarete gitmiş ve orada kendi tahtıyla karşılaşınca kendisine gelen bir ilim yoluyla daha önce gerçeği görüp müslüman olduğunu Süleyman’a söylemiştir. Çok tanrıcılık yanılgısı ile tek Allah’a teslim olma gerçeği arasındaki ilişkiye işaret eden bir diğer hadise, Süleyman’ın muhteşem sarayına girdiğinde melikenin zemini derin bir su sanması, fakat kendisine bunun billûr bir zemin olduğunun ifade edilmesidir (en-Neml 27/28-44; ayrıca bk. BELKIS). Hz. Süleyman’ın krallığının ihtişamının ve zenginliğinin bir kaynağı da bakır madeniydi. Kur’an’da erimiş bakır madeninin onun için sel gibi akıtıldığı belirtilmektedir (Sebe’ 34/12). Fenikeli ustaların Hz. Süleyman için inşa ettikleri Etsiyon-Geber Limanı’nda çağımızda gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bakır dökümhanesi bu gerçeği doğrulamaktadır. Süleyman’ın, Araba vadisinden çıkartıp işlettiği bakır madeni onun döneminde önemli bir ihraç ürünü olmuştur (NDB, s. 672).

Kur’an’ın diğer bir ifadesine göre Hz. Süleyman tahtının üzerine bırakılan bir cesetle imtihan edilmiş ve ceset tekrar eski haline dönmüştür (Sâd 38/34). Bu konuda İslâm’ın peygamberlik anlayışıyla bağdaşmayan çelişkili pek çok rivayet nakledilmiştir. Bir rivayete göre tahta bırakılan ceset Süleyman’ın çocuğunun cesedidir. Süleyman’ın bir oğlu dünyaya gelmiş ve şeytanlar onu öldürmeyi planlayınca Hz. Süleyman tevekkül etmek yerine bir bulut vasıtasıyla çocuğu uzaklaştırmış, bunun üzerine ceza olarak çocuğun cesedi taht üzerine bırakılmıştır. Diğer bir rivayete göre Süleyman, Allah yolunda savaşacak yiğit evlâtlarının dünyaya gelmesi için eşleriyle birlikte olacağını söylemiş fakat “inşallah” demeyi unuttuğu için sakat bir oğlu olmuş, böylece beklentisi gerçekleşmemiştir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 40; Müslim, “Eymân”, 23). Buna göre onun Allah’tan af dilemesinin sebebi inşallah demeyi unutmasıdır; tahtına ceset bırakılması ise temsilî bir anlatım olup doğan sakat çocuğa işaret etmektedir. Bir diğer yoruma göre Süleyman hastalıkla imtihan edilmiş, hastalık yüzünden çok zayıflayıp tahtında âdeta ceset gibi görünmüş veya büyük bir felâket beklentisi içine girip bu kaygı ve korku yüzünden zayıflayıp âdeta cesede dönmüştür (Tecrid Tercemesi, IX, 162). Fahreddin er-Râzî konuyla ilgili bu rivayetleri asılsız saymaktadır (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXVI, 208-209).

Kur’an’da yer alan bilgiye göre şeytanlar Süleyman’ın hükümranlığı hakkında yanlış sözler ortaya atmışlar, yahudiler de bu gerçek dışı şeyleri kabul etmişlerdir. Halbuki Süleyman kâfir de olmamış, büyü de yapmamıştır (el-Bakara 2/102). Asâsına dayalı vaziyette iken vefat etmiş ve emrinde çalışan cinler, ancak ağaç kurdu asâyı yiyip de Süleyman yere düşünce öldüğünü anlamışlardır (Sebe’ 34/14). Hz. Süleyman’ın kırk yıl saltanat sürdüğü ve elli üç yaşında (bazı kaynaklarda elli iki yaşında) vefat ettiği nakledilmektedir (Mes‘ûdî, I, 58; Sa‘lebî, s. 328). https://islamansiklopedisi.org.tr/suleyman

Esma-i Hüsna: 

El-Muhyi: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “diri ve canlı olmak, yaşamak” anlamındaki hayât (hayevân) kökünün if‘âl kalıbından sıfat olan muhyî “yaşatan, dirilten” demektir. Allah’ın ismi veya sıfatı olarak “hayatla ilgisi bulunan varlıkta hayatı yaratan, can veren” diye açıklanır. Yine hayat kökünden türemiş olan “hay” ismi beş âyette Allah’a nisbet edilmiştir. İhyâ kavramı fiil sîgalarıyla kırk yedi, muhyî de iki yerde zât-ı ilâhiyyeye izâfe edilmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥyy” md.). Bu âyetlerde ihyâ “ibtidâen can vermek, öldükten sonra tekrar diriltmek, yağmur indirmek suretiyle yeryüzünü bitkilerle donatıp ihyâ etmek, mânevî açıdan ölü durumunda bulunan kalpleri ilâhî hidâyet ve mârifetle canlandırmak, iman edip yararlı işler görenleri dünyada ve âhirette mutlu kılmak” gibi mânalar taşır. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmiden fazla âyetinde ihyâ kavramı, Cenâb-ı Hakk’ın tabiatın işleyişi için koyduğu kanunlar çerçevesinde “ihrâc” (bir şeyi başka bir şeyden üretip çıkarma) kavramıyla ifade edilmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “iḫrâc” md.). Yağmur vasıtasıyla topraktan her türlü bitki ve besinin, bebeğin ana karnından, ölülerin kabirlerinden diri olarak çıkarılması gibi. Birkaç âyette de ölüden diri ve diriden ölü çıkarıldığı ifade edilir (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/27; el-En‘âm 6/95; er-Rûm 30/19). Taberî, bu tür âyetleri yorumlayan müfessirlerin görüşlerini nutfeden canlı varlığın, canlı varlıktan nutfenin çıkarılması, çekirdekten ağacın, ağaçtan çekirdeğin veya kâfirden müminin ve müminden kâfirin çıkarılması şeklinde sıralamış, bunlardan ilkini daha isabetli kabul etmiştir.

Yaşatma ve öldürme kavramlarının Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis metinlerinde sıkça geçmesinin hikmetini tevhid ilkesinde aramak gerekir. Çünkü tabiatın işleyişinde ölüm kalım, diğer bir ifadeyle oluşum ve değişim ilkesinin hâkim olduğu görülmektedir. Bu ilke kişinin ruhî ve mânevî dünyasında da geçerlidir. Hayır ve şerrin, yarar ve zararın nihaî mercii sonsuz kudret sahibi olan Allah’tır (el-Enbiyâ 21/16-35). https://islamansiklopedisi.org.tr/muhyi

El-Muhyi, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 68’dır.

El-Mümit:Canlı bir mahlukatın ölümünü yaratan, öldüren. Allahu Teala Mumit’tir. Kimin cansız olacağını tayin eden O’dur. Ölümü Yaratan, yok Eden, yaşayanları ölü yapan Allah’tır.Mümît ismi kelime anlamı olarak, ‘imâte’ yani ‘öldürme’ fiilinden gelmektedir. Her canlı varlık için ölüm gerçektir, haktır. Allah, hayatı ve ölümü yaratandır.

Benzer anlamda Arapça “mevt” kökünden gelen El Mumit ismi; ölmek, vefat etmek, yanmak, cansız olmak susmak, dingin olmak, sakin olmak, cansız olmak, duyumdan yoksun olmak, ruhen ölü olmak, manevi hayattan yoksun olmak anlamlarına gelir.

Mümit, isim olarak Kur’an’da geçmemekle birlikte, fiil olarak geçer. Mümit, canlı varlıkları öldürendir. Allah, her şeyi yaşatan ve öldüren, her şeye kâdir olandır. Allahu Teala’nın Hayy sıfatıyla varlıklara hayat verdiği, yaşattığı gibi, Mümît sıfatıyla yaşattığı varlıkları ve mahlukatı öldürendir.

“O, diriltir ve öldürür. Ve O’na döndürüleceksiniz.” (Yunus Sûresi 56. Ayet)

Zalim ve düşmanların helaki için “Ya Mümît” ism-i şerifi her gün 490 defa okunur.

“Ya Mümît” ism-i şerifini her gün okumayı âdet edinen kimsenin manevi durumu gelişir. Ruhi ve manevi olarak mertebesi yükselir.

Her gün seherde veya güneş doğmadan önce 295 defa “Ya Mümît” ism-i şerifi 295 defa okunup dua edilirse okuyan kimse kötü huylardan ve haramlardan uzak olur.

 “Ya Mümit” Celle Celalühü ism-i şerifini her gün okumayı vird edinen kimse ibadetlerinden zevk ve feyiz alır, nefsi kendisine itaat eder, ibadetlere devamı ve isteği artar.

“Ya Mümit” ism-i şerifini zikretmeye devam eden kimse, nefsinin şerrinden emin olur. Allah okuyanı doğru, Hak yolda devam ettirir.

Düşman ve zalimlerin kötülüklerinden kurtulmak isteyen kimse El Mümît esmasının zikrine devam ederse düşmanlarının ve hasımlarının şerrinden korunur. Sevdikleriyle huzurlu olur.

El-Mümît esması düşmanların, kötü insanların, zalim ve zorbaların üzerine okunursa, okuyan kimse her durum ve şartta üstünlük sağlar. Düşman veya kötülük eden kimse ya mağlup olur ya da hastalık gibi dertlere giriftar olur.

Her gün 490 defa “Ya Mümit” Celle Celalühü esmasını zikreden kimselerin kalplerinde haram sayılan dünyevi aşklar ve şehvetler yok olur. Kötü adetlerden kurtulur, harama meyli kalmaz.

El Mümît esmasının zikrine devam eden kimse için kalplerde muhabbet hasıl olur. Kötü ve zorba zalimlere üstünlük sağlar.  https://www.nukteler.com/el-mumit-esmasinin-anlami-ve-zikri-faziletleri-faydalari/

El-Mumit, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 490’dır.

El-Hayy: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “yaşamak, diri ve canlı olmak” anlamına gelen hayât (hayevân) kökünden sıfat olup “diri olan, yaşayan” demektir. Râgıb el-İsfahânî, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan hayat kavramını altı grup içinde mütalaa etmekte, bunların beşinin hakikat veya mecaz mânalarıyla bitkiler, hayvanlar ve insanlar yani fâniler için kullanıldığını söylemekte, Allah’a mahsus olan hayatın ise “ölümsüzlük” (bekā) anlamına geldiğini belirtmektedir. Buna göre hay, “hakkında ölüm geçerli olmayan varlık” demektir. Bütün İslâm âlimleri, Allah’ın hay oluşunun, canlılarda görüldüğü gibi türe ait organizmanın dengesini ve itidalini koruması gibi bir şarta ve ayrıca ruhun mevcudiyetine bağlı olmadığı noktasında ittifak etmiştir. Allah’ın isimlerine mistik yaklaşımlar yapabilen Kuşeyrî gibi gönül adamları, O’nun hay oluşundan dünyayı ve ölümü küçümseme sonucunu çıkarmışlar ve bu duygular içinde Allah’a kavuşma özlemi hissetmişlerdir. https://islamansiklopedisi.org.tr/hay

El-Hayy, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 324’tür.

Bir Dua: Rabbişrah lî sadrî. Ve yessir lî emrî. Vahlul ukdeten min lisânî. Yefkahû kavlî. (Musa A.S): “Rabbim benim göğsümü şerhet (yar, aç, genişlet). Ve bana işimi kolaylaştır. Ve dilimden düğümü çöz. Sözlerimi idrak etsinler.”

Diğer Haberler

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Diğer Haberler