Ey Kapıları Açan Allah’ım! Bize En Hayırlı Kapıyı Aç!

RAMAZAN GÜNLÜĞÜ 24

                                                                                                Hazırlayan: Mustafa KÜÇÜKTEPE

Bir Ayet:"Zekâtlar ancak fakirlere, yoksullara, zekâtların toplanmasında görevli memurlara, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda cihâd edenlere ve yolda kalmışlara verilir. Allah’ın bu konudaki kesin emri ve taksimi böyledir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır." (Tevbe, 60)

Bir Hadis: " Yalnız iki kişiye gıpta edilir. Biri, Allâh’ın, mal verip hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kimse; diğeri de, Allâh’ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yâni ilmini infâk eden) kimsedir.” (Buhârî, İlim, 15)

Bir Konu: Zekat Kimlere Verilir?Zekât, Tevbe sûresinin 60. âyetinde gösterilen sekiz sınıfa verilir. Bu konuda ihtilâf yoksa da zekâtın bu sekiz sınıfa aynı oranda ve eşit olarak mı verileceği, bunlardan birine ödenmesinin yeterli olup olmayacağı hususu fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefî ve Mâlikî fakihlerine, bir görüşünde Ahmed b. Hanbel’e göre zekât mükellefi zekâtını bunların her birine verebileceği gibi sadece bir sınıfa da verebilir. Şâfiîler’e göre zekât, sahibi veya vekili tarafından dağıtılıyorsa zekât işinde çalışanlar (âmiller) dışında yedi sınıftan bulunabilenlere eşit olarak dağıtılmalı ve her sınıftan en az üç kişiye verilmelidir. Ahmed b. Hanbel bir görüşünde Şâfiîler’i desteklemektedir. 9 (631) yılında inen Tevbe sûresinin 60. âyetinde, “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, zekât işinde çalışanlara, kalpleri İslâm’a ısındırılacak kişilere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalmışlara aittir” buyurularak zekâtın verileceği sekiz sınıf ayrı ayrı sayılmıştır.

a) Fakirler ve Miskinler, Âyette zekât verilecek ilk iki sınıf olarak zikredilen bu iki zümre, şüphesiz tabii ve aslî ihtiyaçlarını temin edemeyecek derecede yoksul olanları ifade etmekte ise de bu iki terimin hangi ihtiyaç derecelerini gösterdiği fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefîler’e göre fakir, ev ve ev eşyası gibi aslî ihtiyaçlarını karşılayan malı olsa da gelirleri ihtiyaçlarını karşılayamayan, nisab miktarından daha az malı bulunan kimsedir. Miskin ise hiçbir geliri ve malı olmayan kişidir. Bu tanımlar Ebû Hanîfe’den rivayet edilmiş, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed hariç diğer Hanefî fakihleri tarafından da benimsenmiştir. Mâlikîler’in fakir ve miskin tanımları da Hanefîler’in tanımlarına yakındır. Buna göre miskin fakirden daha muhtaç kimseye denmektedir. Hanefî fakihleri içinde tam bunun aksi tanımlar verenler de vardır. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile Mâlikîler’den İbnü’l-Kāsım’a göre fakir ve miskin aynı sınıftır, aralarında bir fark yoktur. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre fakir, kendisinin ve bakmakla mükellef olduğu kişilerin ihtiyaçlarını gidermeye yeterli malı ve kazancı olmayan kimsedir; miskin ise zorla geçinebilen kişidir. Bu iki mezhebe göre fakir miskinden daha çok ihtiyaç içindedir. Hz. Ömer’den gelen bir rivayete göre fakir müslümanların, miskin de gayri müslimlerin muhtaçlarıdır. Hz. Ömer’in yaşlı ve kör bir yahudiyi maaş bağlanması için beytülmâle gönderdiği ve görevliye, “Bu adamı ve benzerlerini gözetin ... ‘Sadakalar (zekât) ancak fakirler, miskinler ... içindir’ âyetinde geçen fukaradan maksat müslüman fakirler, mesâkinden maksat ise kitap ehlinin fakirleridir. Bu adam kitap ehlinin miskinlerindendir” dediği nakledilir (Ebû Yûsuf, s. 136). Muhammed Hamîdullah, Hz. Ömer’in fakir ve miskin terimlerini din farkına göre tanımlamasını dil yapısına da uygun olduğunu belirterek savunur. Ancak tâbiîn fakihlerinden İkrime ve Hanefîler’den İmam Züfer dışında hiçbir fakih bu görüşe katılmamış, diğer bazı delillerden hareketle zekâtın sadece müslüman muhtaçlara verilebileceği görüşünde birleşmiştir.

Tevbe sûresinin 60. âyetinde öncelikle fakir ve miskinler zikredilmiştir. Bu iki terimin kapsamına belli bir varlık ve gelir seviyesinin altında kalan kimselerin hepsi girmektedir. Bunlar iffetinden ötürü ihtiyaçlarını dile getirmeyenler olduğu gibi sıkılarak dilenenler de olabilir. Bu sebeple mükellefler iffetinden ötürü isteyemeyen muhtaçları da araştırıp zekât borcunu ödeyecek, böylece zekâtın olabildiğince yoksullara aktarılması sağlanacaktır. Fakirlik ve miskinlik ölçüsü olarak Hanefîler nisabı, fakihlerin çoğunluğu ise kifayeyi (yeterli mal) esas almıştır. Hanefîler’e göre fakir ve miskinlere bir defada nisab miktarı zekât vermek câizdir. Ancak yoksul borçlu yahut aile reisi değilse bu miktarın verilmesi câiz olmakla birlikte mekruhtur; yoksullara verilecek zekât daima nisab miktarından aşağıda tutulmalıdır. Hanefîler’e göre tabii ihtiyaçlarından başka artıcı olsun olmasın nisaba ulaşan malı olan kimseye zekât verilmez. Çünkü şer‘î zenginliğin ölçüsü nisabdır. Bu malın artıcı nitelikte olması zekât ödeme mükellefiyeti için şarttır. Şâfiîler’e göre fakirin fakirliğini ortadan kaldıracak, ona bir ömür boyu sürekli yetecek ve bir daha zekât almaya muhtaç etmeyecek kadar zekât verilmesi câizdir. Çünkü fakirlik ve miskinlik nisaba değil kifayeye sahip olmamakla ölçülür. Mâlikî ve Hanbelîler’e göre ise fakir ve miskinlere kendilerine ve ailelerine bir yıl yetecek kadar zekât verilebilir. Bir yıllık yeter mal kavramı da kişi, muhit ve şartlara göre değişir.

b) Âmiller, İlgili âyette belirtilen üçüncü sınıf “zekât işlerinde çalıştırılan memurlar” anlamına gelen âmillerdir. Sözlükte “bir iş yapan, işçi, zanaatkâr” gibi mânalara gelen âmil terim olarak zekât gelirlerini toplamak ve dağıtmak için görevlendirilen kişidir. Âmil terimi hadislerde genel olarak “idareci, her türlü devlet gelirlerini, özellikle zekât gelirlerini toplayıp dağıtan kişi” anlamında kullanılmaktadır. Bunun yanında hemen hemen aynı anlamda “arîf, âşir, câbî, emîn, hâzin, sâî, musaddık” terimlerinin bulunduğu da görülmektedir. Kur’an’ın âmilleri zekâttan pay almayı hak eden sekiz sınıftan biri olarak zikretmesi, zekâtta toplama ve dağıtım işinin bir kurum tarafından yapılması gerektiğine de işaret etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber döneminden itibaren zekâtın âmiller vasıtasıyla toplandığı bilinmektedir. İslâm’ın ilk dönemlerindeki uygulamalardan anlaşıldığına göre zekât gelirlerini bir yere toplayan, muhafaza eden, hak sahiplerine dağıtan, hesap işlerini yürüten, tartan, ölçen, sayan ve zekât idaresinin her kademesinde çalışan memurların tamamı âmiller sınıfına girmektedir. Zekât âmiline kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin geçimine yetecek kadar zekât verilir.

c) Müellefe-i Kulûb, Kalpleri kazanılmak, İslâm’a ısındırılmak veya kötülüklerinden emin olunmak istenen yahut müslümanlara faydalı olacakları umulan kişileri ifade eder ve bunlar müslümanlar ve gayri müslimler olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan zekât verilerek kalpleri kazanılan gayri müslimlerin kendilerinin veya kabile fertlerinin İslâm’a girmeleri umulur yahut ondan ve onun yakınlarından gelebilecek kötülüklerden korunulur. Müslüman olanlara zekât verilerek kalplerini İslâm’a daha çok ısındırma, İslâm’a yeni girmiş olanların İslâm’da sebat etmelerine ve eski çevresini İslâm’a davet etmesine destek olma, sınır bölgelerinde görev yapan müslümanlara yardım etme, etkili konumda olup başkalarının müslüman olmasına tesir edecek kişileri destekleme gibi amaçlar güdülür. Müellefe-i kulûb payının Hz. Peygamber’in vefatından sonra sâkıt olduğu görüşü yanında müslümanların savaş gibi felâketlerle karşılaşmaları durumunda bu faslın tekrar kullanılabileceği görüşü de nakledilir

d) Köle ve Câriyeler, “Boyun” mânasına gelen “rakabe” kelimesinin çoğulu olan “rikāb” Kur’an’da köle ve câriyelerin hürriyet yoksunluğunu ifade için kullanılmış, ilgili âyette zekât verilecek beşinci sınıfı belirlerken kullanılan “fi’r-rikāb” ifadesiyle de köle ve câriyeleri kölelik boyunduruğundan kurtarmak için zekâttan harcama yapılması istenmiştir. Rikāb teriminin kapsamına Hanefî ve Şâfiîler’e göre hür olabilmesi için efendisiyle bir bedel karşılığı anlaşan köle/câriye (mükâteb), Mâlikîler’e göre ise bütün köle ve câriyeler girer.

e) Borçlular, Kur’an’da zekât verilecek kimselerin altıncısı olarak zikredilen “gārimîn”, “borçlu” anlamındaki “gārim” kelimesinin çoğuludur. Fakihler bu kelimenin terim mânasını farklı şekillerde vermişlerdir. Hanefîler’e göre “gārimîn” borcu olan, ayrıca nisab miktarı malı bulunmayan kimselerdir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri de tanımda borçlu olmayı esas alır ve borcun sebebinin borçluya zekât verme hükmüne etkisini dikkate alarak borçluları iki kısma ayırırlar: 1. Kendi ihtiyacı için borçlananlar. Geçim masrafları, mesken edinme, tedavi masrafları, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle borçlanan kimselerle yangın, sel, deprem ve kaza dışında bir sebeple iflâs eden kimseler bu gruba girer. 2. Toplumun menfaati için borçlananlar. İki aile veya iki köy halkı arasında kan ya da mal davalarından çatışma çıkar ve fitne alevini söndürmek için tarafları razı edecek malı vermeyi taahhüt edip hiçbir karşılık beklemeyen kimse bu sebeple borçlanırsa bu borçluya zekât verilir. Bundan dolayı âlimler, “Ara bulmak için borçlanan kişinin borcu zekât malından ödenir, isterse bu kişi zimmet ehli iki toplumun arasını bulmak için borçlanmış olsun” demişlerdir. Hayır kurumlarına hizmetten dolayı, kimsesizler yurdu, hastahane, okul, cami yapımı gibi bir sosyal hizmeti gerçekleştirirken borçlananlar da ara bulmak için borçlananlar gibidir. Hanefî ve Hanbelî fakihleriyle bir görüşünde İmam Şâfiî ölen kimsenin borçlarının zekâtla ödenmesini câiz görmez. İmam Mâlik ve İmam Şâfiî’nin diğer görüşüne göre ölünün borcu gārimîn fonundan ödenebilir . Borçluya ihtiyacı kadar zekât verilir; bu ihtiyaç da borcun ödenmesidir. Borçlu borcunu kendisine verilen zekâtla ödemez, başkasının ödemesi veya alacaklılarının bağışlaması gibi yollarla borcu düşerse verilen zekât kendisinden alınır. Çünkü bu fondan verilen zekât borcu kapatmak içindir.

f) Allah Yolunda Çalışanlar, Tevbe sûresinde zekât verilecek kimselerin yedincisi olarak “fî sebîlillâh” tabiri geçer. Sözlükte “Allah yolunda” anlamına gelen bu tabirin Allah’ın rızasına uygun ve O’na yaklaşmak amacıyla yapılan her türlü hayırlı işte çalışan, İslâm’ın yücelmesi için bilfiil yoğun çaba (cihad) içinde olan herkesi kuşatan geniş bir kapsamı vardır. Ancak fî sebîlillâh mutlak kullanıldığında yaygın olarak cihadda bulunan müslüman anlaşıldığından fakihlerin tamamı âyette zikredilen tabiri öncelikle Allah yolunda savaşanlar (gaziler) şeklinde anlamış, bunların hangi nitelikte olanlarına zekât verileceğinde farklı ölçüler benimsemiştir. Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’a göre fî sebîlillâh münkatı‘ mücahidler yani fakirlik, teçhizat yokluğu gibi sebeplerle savaşa katılamayan kişilerdir. Bunlara savaş için gerekli araç ve gereçleri alabilmeleri, azık masraflarını karşılayabilmeleri için zekâttan pay verilir. İmam Muhammed’e göre ise tabirden kastedilen münkatı‘ hacılar, hacca gitmek isteyen fakirlerdir. Hanefî mezhebinde fetva verilen görüş Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’un görüşüdür. Buna göre zengin savaşçılara zekât verilmez. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre ise ister zengin ister fakir olsun savaşa katılan herkese bu fondan zekât verilir. Ancak Şâfiî ve Hanbelîler, savaşa katılan gazilerin zekât alabilmeleri için devletten maaş almamalarını, savaşa gönüllü iştirak etmelerini veya aldıkları maaşın yeterli olmamasını şart koşarlar. Cemâleddin el-Kāsımî, Mahmûd Şeltût, Haseneyn Muhammed Mahlûf ve Muhammed Hamîdullah gibi çağdaş İslâm âlimleri âyette geçen fî sebîlillâh tabirini geniş anlamda müslümanların yararına olan her türlü faaliyet olarak anlamışlardır.

g) Yolcular, İlgili âyette zekâtın verileceği sekizinci sınıf olarak geçen “ibnü’s-sebîl” tabiri sözlükte “yolcu, yola çıkmış kimse” demektir. Araplar bir şeye uzun müddet devam eden kimseye o şeyin adını verirler. Terim anlamında ibnüssebîl Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî fakihlerine göre memleketinde malı olan, fakat kendisi başka bir yerde bulunan ve orada bir şeyi olmayan kimsedir. Şâfiîler’e göre ise hem gurbette kalmış yolcuyu hem de yolculuk yapmayı düşünen, fakat bunun için maddî imkân bulamayan kişiyi ifade eder. Fakihlerin çoğunluğuna göre memleketinde ve evinde olduğu sürece yolculuğa niyet de etse yolcu sayılmaz, yolcu hükmüne de girmez. İbnüssebîl tabiri “yola koyulan, yolda olan” anlamına geldiğinden bu tabir gurbette kalan kimseyi de kapsar. Gurbette herhangi bir sebeple muhtaç duruma düşen kişi memleketinde malı da olsa o maldan yararlanamadığı sürece fakir gibidir ve ona zekâtın bu fonundan pay verilir. Şâfiîler’e göre ise yolda kalan kimse yol masrafına ihtiyaç duyduğu için ibnüssebîl grubundan pay alır. Aynı şekilde yolculuğa niyet eden kimse de yol masrafına muhtaçsa o da ibnüssebîl kapsamına girmelidir. Yolcuya zekât verilebilmesi için onun memleketine gidecek kadar parası ve malının bulunmaması, yolculuğa meşrû amaçlarla çıkmış olması gerekir. Adam öldürme, hırsızlık, zina gibi suç işlemek veya dinen haram sayılan malların ticaretini yapmak için seyahat edenlere bu fondan zekât ödenmez. Şâfiî ve Mâlikî mezhebi fakihlerinden bazıları muhtaç duruma düşen yolculara zekât verilebilmesi için onların kaldıkları yerde borç alacak bir kimse bulamamış olmalarını da şart koşarlar. Hanefîler’le Hanbelîler bu görüşe katılmaz. Ancak Hanefîler, yolda kalmış kimsenin ihtiyacı olan parayı bulabilirse borç olarak almasının daha iyi olacağını söyler, fakat onu borç almaya zorlamaz. Yolda kalmış, yanında yola devam etmek veya memleketine dönmek için maddî imkânı bulunmayan kimseye yolculuğuna devam etmesi veya malının bulunduğu yere dönmesine yetecek kadar zekât verilir. Memleketine dönüp malına kavuştuğunda kendisine verilen zekât arttıysa Hanefîler’e göre bu artan zekât malını geri vermeye zorlanmaz; Şâfiîler’e göre ise artan kısım geri alınır.

D) Zekât Verilemeyecek Kimseler, Zekât yukarıda açıklananlar dışındaki sınıf ve yerlere verildiğinde hem bu farz ödenmemiş hem de zekâttan beklenen bireysel, sosyal, ekonomik amaçlar gerçekleşmemiş olur. Bu sebeple zekâtın kimlere verileceği kadar kimlere verilmeyeceği de fıkhın önemli bir konusudur. Kural olarak zekât anneye, babaya, eş ve çocuklara, müslüman olmayanlara, zenginlere, Hz. Peygamber’in yakınlarına ve soyundan gelenlere verilmez. Bu dört sınıfa verilmeyişinin gerekçeleri her birinde farklıdır. Bir kimse zekâtını usul ve fürûuna, yani annesine, babasına, dedelerine, çocuklarına, torunlarına veremez; aynı şekilde hanımına da zekât veremez. Ebû Hanîfe’ye göre kadın da zekâtını fakir kocasına veremez. Hanefîler’e göre bunların dışındaki kardeş, amca, teyze, dayı, hala ve onların çocukları gibi akrabaya zekât verilebilir. İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel akrabaya zekâtın verilip verilemeyeceği konusunda nafakayı ölçü alırlar ve zekât mükellefinin, üzerinde şer‘an nafaka borcu olan akrabalarına zekât veremeyeceğini belirtirler. Ancak bu müctehidler nafakası vâcip olan akrabanın kimler olduğunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Şâfiî’ye göre nafaka usul ve fürûa vâciptir. Dolayısıyla anne-baba, dede-nine, oğul ve toruna nafaka mükellefiyeti olduğu için zekât verilemez. İmam Mâlik ise nafakanın sadece anne-baba, ergenlik çağına kadar erkek, evleninceye kadar kız çocuğuna vâcip olduğunu ileri sürer ve bunların dışındaki akrabaya zekât verilebileceği sonucuna varır. Fakihlerin ittifakıyla zekât İslâm’a karşı savaşan gayri müslimlere, Allah’a, peygamberlere, âhiret gününe inanmayan kişilere ve dinden dönenlere verilmez. Hz. Ömer’in zekâtın verileceği yerleri belirleyen âyetteki “miskinler” kelimesini, “Bunlar kitap ehlinin miskinleridir” şeklinde yorumlamasına dayanarak bazı fakihler zekâtın zimmîlere verilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Hanefî fakihlerinden İmam Züfer de bu görüştedir. Bu fakihlere göre zekât ibadet amacıyla fakirin ihtiyacını karşılamaktır. Bu amaç fakir zimmîlere zekât vermekle de gerçekleşir. Şâfiîler dışındaki fakihler farz olmayan (nâfile) sadakaların fakir zimmîlere verilebileceğinde görüş birliğine varmışlardır.

Zekâtın zenginlere verilememesi onun mahiyetinin tabii gereğidir. Hanefîler’e göre tabii ihtiyaçlarından fazla artıcı olsun olmasın nisab miktarı mala sahip olan kimselere, onların küçük çocuklarına, ayrıca Hz. Peygamber’in yakınlarına zekât verilemez. Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber, Hasan b. Ali çocukken zekât hurmalarından birini alıp yemek istediği zaman ona, “Bırak, bırak, onu at! Zekât malını bizim yiyemeyeceğimizi bilmiyor musun” demiştir. Hz. Peygamber’den nakledilen diğer hadisler de (Müslim, “Zekât”, 167; Ebû Dâvûd, “Zekât”, 29) zekâtın ona ve onun yakınlarına verilemeyeceğini ifade etmektedir. Ancak fakihler, Resûl-i Ekrem’in yakınlarının kimler olduğu hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanefîler’e göre Hâşimoğulları, Hz. Peygamber’in amcaları Hz. Abbas ile Hâris soyundan gelenlerle Hz. Ali ve kardeşleri Ca‘fer ve Akīl’in soyundan gelenlerdir. Bunların hürriyete kavuşturduğu kişiler de Hâşimoğulları’ndan sayılmaktadır. Şâfiîler’e göre Hz. Peygamber’in yakınlarından zekât alamayacak olanlar Hâşimoğulları ile Muttaliboğulları’dır.

E) Zekât Vermede Usul. Altın, gümüş, para, ticaret malları ve hayvanlarda zekât bir kamerî yılın tamamlanması ile farz olur ve bu mallardan zekât senede bir defa ödenir. Toprak ürünlerinden her mahsulde ödenir. Madenler de böyle olup nisab miktarı madenin elde edilmesiyle zekât farz olur; diğer üç mezhepten farklı olarak Hanefîler nisab aramaz, şartları gerçekleştiğinde malın zekâtının geciktirilmeden verilmesi gerekir. Çünkü malda gerçekleşen zekât ihtiyaç sahibinin hakkı olduğundan kul hakkı kapsamına girmektedir. Cumhurun görüşü ve Hanefîler’de müftâ bih görüş böyledir. Mezhepte ikinci bir görüşe göre zekât borcu geniş vakitli bir vâciptir, vermeden ölen kimse günahkâr olur. Bir hadiste Hz. Peygamber, amcası Abbas’ın zekâtını vaktinden önce ödeyip ödeyemeyeceğini sorması üzerine ona ödeyebileceğini söylemiş, Abbas da iki yıllık zekâtını birden ödemiştir (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 22, 37; İbn Mâce, “Zekât”, 7). Bu uygulamadan hareketle fakihlerin çoğunluğu vücûb sebebi olan nisab bulunduğu takdirde kişinin zekâtını vaktinden önce verebileceğini söylemiştir. İmam Mâlik ve Zâhirîler ise namazda olduğu gibi vaktin girmesini, yani bir yılın dolmasını gerekli görürler. Bir malda zekât borcu doğduktan sonra bu borç ödenmeden o mal gasbedilse veya çalınsa çoğunluğa göre zekât borcu düşmez, Hanefîler’e göre ise düşer. Yine Hanefîler’e göre mükellefin ölmesiyle de zekât borcu düşer. Ancak ölen kişi bu yönde vasiyet etmişse malının üçte birinden ödenir, vasiyeti yoksa mal vârislere intikal eder ve onların bu zekât borcunu ödemeleri gerekmez. Cumhura göre ise zekât borcu mükellefin ölümüyle ortadan kalkmaz; vasiyet etmemişse terekesinden ödenir. Bu görüş ayrılığı da yine zekâtta ibadet cihetinin mi, ilgilinin hakkının mı öncelik taşıdığına dair farklı değerlendirmelerden kaynaklanmaktadır.

Zekâtın kişinin dinî duyarlılığı ve niyetiyle alâkalı ibadet yönü kadar sosyal işlevi de önemli olduğundan ilk dönemlerden itibaren zekâtın toplanması ve dağıtılmasında devlet ve kurumlar devrede olmuştur. İlgili âyetlerde zekâtın verileceği yerler arasında zekât işlerinde çalışanların (âmiller) sayılması (et-Tevbe 9/60) ve Hz. Peygamber’e zenginlerin malından zekât almasının emredilmesi (et-Tevbe 9/103) zekâtın devlet eliyle toplanıp dağıtılmasının gerektiğini ifade eder. Hz. Peygamber’in hadislerinde ve uygulamasında, Hulefâ-yi Râşidîn döneminde ve sonraki devirlerde de zekât tahsil ve dağıtımı büyük oranda devlet memurları eliyle gerçekleştirilmiştir. Kaynaklarda, Hz. Osman’ın gizli malların zekâtının ödenmesini mal sahiplerine bıraktığı, sahâbenin de bu uygulamayı benimsediği bilgisi yer alır. Daha sonraki dönemlerde uygulama toprak mahsulleri, hayvanlar, madenler gibi açık malların zekâtının devlet eliyle toplanıp dağıtılması; altın, gümüş, para, ticaret malları gibi gizli malların zekâtının ise mükellef tarafından verilmesi tarzında şekillenmiştir. Ancak mükellef kendi vermesi gereken zekât borcunu ödemediğinde devletin zorla alıp dağıtma yetkisinin bulunduğu da ifade edilegelmiştir. Hanefîler’in görüşü böyledir. Şâfiîler’de gizli malların zekâtını mükellef dağıtır; açık malların zekâtını ise âdil devletin dağıtacağı veya mükellefin dağıtacağı görüşleri vardır. Mâlikî ve Hanbelîler devlete bütün malların zekâtını toplama ve dağıtma yetkisi tanırlar. Ayrıca fakihler, devletin zekât borçlarının ödenmesini her zaman takip ve talep hakkının bulunduğunu da belirtirler. Günümüz İslâm âlimleri zekât ödemede ihmallerin, gevşekliğin ve düzensizliğin artmasından bahisle gizli-açık ayırımı yapmadan bütün malların zekâtının toplanıp ehil olanlara dağıtılmasında devletin veya bu amaçla oluşturulacak kurumların devrede olmasının yararları üzerinde sıkça durmaktadır.

Zekât mükellefi gereken araştırmayı yapar, fakat fakir zannederek zekât verdiği kişinin zengin yahut gayri müslim olduğu ortaya çıkarsa Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre onun yeniden zekât vermesi gerekmez; Ebû Yûsuf’a göre ise zekâtını yeniden vermelidir. Şâfiî mezhebinde, kişinin borcunu alacaklıya değil de başkasına ödediği zaman nasıl borcu düşmezse aynı şekilde zekât borcunun da ehline ödenmezse mükellefin boynundan düşmeyeceği görüşü ağır basmaktadır. Mâlikîler’e göre ise mükellef zekâtını araştırma ve incelemeden sonra ehil olduğunu zannettiği kimseye verir, sonra onun meselâ zengin veya gayri müslim olduğu ortaya çıkarsa zekât malı tüketilmeyip geri alınması mümkünse geri alır, yoksa bedelini alır. Her iki durumda da mükellefin yeniden zekât vermesi gerekir.

Zekât verirken uyulması gereken âdâb ve bazı kurallar şu şekilde özetlenebilir: 1. Müslüman zekâtını sadece Allah rızası için verir, bu görevi başa kakmadan ve eza vermeden yerine getirir (el-Bakara 2/261-265). 2. Müslüman mükellef zekâtını temiz ve helâl kazancından, malının iyi cinsinden öder (el-Bakara 2/267). 3. Hanefîler’e göre zekâtın, alanın onurunun zedelenmemesi ve gösteriş şüphesinden korunması için gizlice verilmesi daha iyidir (el-Bakara 2/271). Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise diğer insanları da bu ibadete teşvik için zekât açıktan verilmelidir. 4. İbadetlerin vaktinde edası efdal olup mazeret bulunmadıkça zekâtın ödemesi geciktirilmemelidir. 5. Zekât mükellefi zekâta en ehil ve hak sahibi olanı araştırır (el-Bakara 2/273). 6. Zekâtın öncelikle kendilerine zekât verilebilecek akrabaya ödenmesi, daha sonra diğer yakınlara, komşulara ve çevreye verilmesi efdal görülmüştür. 7. Zekât dağıtımında malın bulunduğu/kazanıldığı yerdeki fakirlere öncelik tanınır. 8. Zekât veren kişinin fakire verdiğinin zekât olduğunu bildirmemesi daha iyidir. Zekâtın bizzat mükellef tarafından verilmesi şart olmayıp vekil veya kurumlar aracılığıyla da ödenebilir. ( https://islamansiklopedisi.org.tr/zekat)

Bir Peygamber: Hz. Yahya, Kur’an’da adı geçen, İsrâiloğulları’na gönderilen bir peygamber. Âl-i İmrân ve Meryem sûrelerinde, Zekeriyyâ’nın Allah’tan kendisinden sonra mâbede hizmet edecek bir yardımcı vermesini istemesi üzerine kendisinin çok yaşlı, hanımının da kısır olmasına rağmen meleklerin ona adı Yahyâ olacak bir oğul müjdelediği ve bu ismin daha önce hiç kimseye verilmediği bildirilmekte, Yahyâ doğup büyüdüğünde kendisine, “İlâhî tebliğe sımsıkı sarıl” diye öğüt verilerek peygamber olarak görevlendirildiği ifade edilmektedir. Kur’an’da ayrıca Yahyâ’ya daha küçük bir çocukken hikmet, kalp yumuşaklığı ve safiyet ihsan edildiği, onun Allah’tan sakınan, annesine ve babasına karşı iyi davranan bir kişi olduğu belirtilmektedir (Âl-i İmrân 3/38-41; Meryem 19/2-15). Hadislerde ise Resûlullah’ın mi‘rac esnasında Yahyâ ile ikinci kat semada karşılaştığı (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6, “Enbiyâʾ”, 43, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 42; Müslim, “Îmân”, 259, 264; Müsned, II, 148; IV, 207), Allah’ın Yahyâ’ya kendisine şirk koşmamak, namaz kılmak, oruç tutmak, sadaka vermek ve Allah’ı zikretmekten ibaret beş şey emrettiği (Tirmizî, “Edeb”, 78; Müsned, IV, 130, 202), Yahyâ’dan başka herkesin hata işlediği veya hataya çok yaklaştığı (Müsned, I, 292, 295, 301) bildirilmektedir. Ayrıca İslâmî kaynaklarda Kâ‘b el-Ahbâr’dan naklen Yahyâ’nın güzel yüzlü ve yumuşak huylu bir kişi olduğu aktarılır (Fîrûzâbâdî, VI, 95). Bazı kaynaklara göre, İsrâ sûresinde İsrâiloğulları’nın yeryüzünde çıkaracakları bildirilen (17/4) iki karışıklıktan ikincisi onların Yahyâ’yı öldürmeleri ve Îsâ’yı öldürmeye karar vermeleridir.  https://islamansiklopedisi.org.tr/yahya

Esma-i Hüsna:

El-Berr, Kelime anlamı olarak Berr; yeryüzü, kara, kıta anlamına gelmektedir. Cenab-ı Hakk’ın El Berr ism-i şerifi; yarattığı kullarına rahmet eden, iyilikte ve güzellikte bulunan, bütün yarattıklarına karşı rızkı veren, rahmetiyle muamele eden, ihsanı ve mağfireti bol olan anlamlarına gelir. Allahu Teala’nın bir sıfat ismi olan El-Berr esması kullarının güzel düşünce ve duygularından dolayı mükafatlandırır. Kötülükleri bağışlayan ve örten O’dur. Takva sahiplerine rahmetiyle lütufta bulunur, kat kat sevap verir. Kötülükten vazgeçen kullarını mükafatlandırır. Kendisine kulluk ve ibadet eden, iyi işler ve ameller yapan kullarını tevfik ve hidayetiyle muamele eder.

Allahu Teala kulları için zorluk, sıkıntı istemez. Zorluk çıkaranları da sevmez. Yapılan kötülükleri bağışlar ve örter. Bir iyiliğe en az 10 hasene (mükafat) verir. Kul gönlünden iyi bir şey geçmişse onu yapmamış olsa bile yapmış gibi kabul edip, mükafat verir. Kötülükleri ise yapmadıkça cezalandırmaz. Allahu Teala ihsanda bulunandır. Her iyilik ve ihsanın kaynağı, mutlak iyilik sahibi ancak ve ancak O’dur. Kullarına ve yarattığı her mevcudata muhtaç oldukları nimetleri bahşeden ve ihsan eden O’dur. Kullarına karşı iyiliği ve lütfu bol olan, şevkatli ve merhametli olan cömert ve ikram, ihsanı bol olan El Berr (celle celalühü) olan Allahu Teala’dır.

Allahu Teala’nın El Berr ism-i şerifinin zikrine dünyada nimetleri elde etmek için, maddi kazanç ve rızık için devam edilir. “Ya Berr” isminin zikrine devam eden kimsenin ihtiyaçları Allah tarafından karşılanır, kimseye muhtaç olmaz. “Gerçekten biz bundan önce O’na yalvarıyorduk. Şüphesiz O; Berr’dir (çok cömert, çok lütufkârdır), Rahîm’dir (Rahîm esması ile tecelli edendir).” (Tur/28)

Kötü alışkanlıkları olan, içki, kumar, zina, faiz gibi günahları işleyen kimse için “Ya Berr” ism-i şerifinin zikrine devam edilirse Allah’ın izni ile günah ve kötülüklerden kurtulur. Tövbe etmeye vesile olur.

Kara ve deniz yolculukları sırasında zorluk ve meşakkat çeken kimse “Ya Berr” ism-i şerifinin zikriyle yolculukta bulunan kimse veya kimseler meydana gelebilecek zararlardan kurtulur. Sağlık ve emniyetle, güvenli seyahat eder.

Yolculuğa, seyahate çıkan kimse 202 defa “Ya Berr” ism-i şerifini okursa emniyet ve güvenli bir şekilde seyahat eder ve geri evine döner.

Hasta olan kişi her gün 100 defa “Ya Berr” esmasını okumaya devam ederse Allah’ın izniyle iyileşir, sıhhat bulur.

Allahu Teala’nın El Berr esmasını her gün okumayı kendine âdet edinen kimse bütün hal ve hareketlerinde lütuf ve kereme mazhar olur. Maddi-manevi makam ve rütbesi artar, derecesi yükselir.

Nazardan korunmak ve nazar değmesinden korkulan çocuk veya büyük kimse için “Ya Berru celle celalühü” ism-i şerifi okunursa nazardan ve diğer kötülüklerden kurtulur.

“Ya Berr” ism-i şerifini okumaya devam eden kimse korktuklarından emin olur. https://www.nukteler.com/el-berr-esmasinin-anlami-ve-zikri-faziletleri-faydalari/

El-Berr, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 202’dir.

Et-Tevvab, Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte “geri dönmek, rücû etmek” anlamındaki tevb (tevbe, metâb) kökünden türeyen tevvâb “dönüş yapan, bu eylemi nicelik ve nitelik açısından çokça gerçekleştiren” mânasına gelir. Terim olarak tevvâb insan için kullanıldığında “çok tövbe eden”, Allah’a nisbet edildiğinde “tövbeleri çok kabul eden” demektir. Tevvâb, “çok sayıdaki insanın tekrarlanan sayısız günahını dilediği kimseler için günahlarından dönmeleri şartıyla her zaman bağışlayan” anlamlarını içerir. Esmâ-i hüsnâ içinde yer alan afüv, gaffâr, raûf, rahmân gibi isimler de göz önünde bulundurularak tevvâb ismini “kulunu güçlükten kolaylığa, mâsiyetten taate, haramdan mubaha ve gazaptan rızaya çeviren” şeklinde açıklamak mümkündür. Ebû Abdullah el-Halîmî’nin de belirttiği gibi tevvâb olan Allah kötü yoldan dönen kuluna lutuf ve merhametiyle iltifat eder, onun önceki günahlarını affederken iyi amellerini boşa çıkarmaz ve itaatkâr kullarına vaad ettiği lutuflardan onları mahrum etmez. https://islamansiklopedisi.org.tr/tevvab

Bu ismin zikriyle meşgul olup, Duha (kuşluk) namazından sonra (300) defa okumaya devam eden kimsenin gönlü nurlarla dolar, duası ve tevbesi kabul edilenler sınıfına dahil edilir. Kötü huylarını bırakır; Allah’tan istediği her şeye kısa zamanda kavuşur.

Her gün (409= defa okumaya devam eden,ne kadar günahkar olursa olsun Cenab-ı Hak onu bağışlar. Üzerinde bulunan kötü huylar iyi huylara dönüşür.

Geçim sıkıntısı çeken kimse her gün (667)  defa “Ya Rahimu,Ya Tevvab” şeklinde okumaya devam etse kısa zamanda ümit etmediği yerlerden destekler görür ve sıkıntılarından kurtulup bolluğa kavuşur. Kendisine saldırıda bulunan bir düşmana  10 kere okunsa zulüm ve saldırıdan vazgeçer. http://mutlulugunsifresi.com/et-tevvab-esmasi-ve-zikrinin-faydalari.html

Et-Tevvab, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 409’dur.

El-Müntekim, Müntekım, isyan edenlerin belini büken, emir ve yasakları çiğneyenleri ve azgın tağutları türlü uyarılardan ve kendilerine süre tanıdıktan sonra şiddetli cezalarla cezalandırandır. O'nun intikamı, acilen cezalandırmaktan daha ağırdır. Çünkü acil ceza, kişinin daha fazla günah işlemesine mani olur. Bu da kendisinden şiddetli intikam alınmasını önler.

Allah'ın intikamı, insanlarınkinden dört yönüyle farklıdır. Allah'ın intikamı, bütün yalanlayanları ve şirk koşanları kapsayan genişliktedir. Başkası bu kadar geniş intikam gücüne sahip değildir. O'nun intikamı, kulun emir ve yasaklarına uymaması, kendisi ve Resulü'ne itaat etmemesi nedeniyledir.

İntikam alma gücünün sürekli olması. İntikamı hak eden hiçbir kul O'ndan kurtulamaz. O'nun intikam alması başkasının eziyet görmesine bağlı değildir. İntikam almak için başkalarının yardımına ihtiyacı yoktur.

 Cenab-ı Hak buyuruyor:

"Bu yüzden onlardan intikam aldık. Âyetlerimizi yalanlamaları ve onları umursamamaları sebebiyle kendilerini denizde boğduk." (Araf, 7:136)

"O, sana Kitab'ı hak ve kendisinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, daha önce Tevrat'ı ve İncil'i insanlar için birer hidayet olarak indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Şüphesiz, Allah'ın âyetlerini inkar edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir."(Ali İmran, 3:4)

"Onları o en şiddetli yakalayışla yakalayacağımız günü hatırla. Şüphesiz biz öcümüzü alırız."(Duhan, 44:16)

" .... Allah mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir."(Maide, 5:95)          

Her gün 630 defa "Ya Müntakim" diye zikreden kimseye hiç bir düşmanı zarar veremez. Zarar vermek için uğraşanların kendileri zarara uğrarlar. .https://www.islamda.org/2015/04/allah-cc-el-muntekim-ismi-srr-ve.html

Zalimin zulmünden kurtulmak için günde 100 defa “Ya Müntakim celle celâlühû” ismi şerifini okursa Allah’ın yardımını görür.

Her gün 639 kere “Ya Müntakim celle celâlühû” zikrine devam edene hiç kimse kötülük yapamaz. Ya Müntekim ismini haksızlığa uğrayan kimse okumaya devam ederse Cenabı Hak, Hakkını o zalim kimseden alıverir. Ya Müntekim ismini okuyanlar düşmanlarının şerrinden korunurlar. Zulüm ve fenalıktan korunurlar. Ya Müntekim ismini zikredene Allah’ın izniyle hiç kimse bir kötülük yapamaz.

El-Müntekim, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 630’dur.

Bir Dua: “Allahümme yâ müfettihal ebvâb. İftah lenâ hayral bâb, Allahummeğfirli verhamni vehdini ve ‘âfini verzukni.”

“Ey kapıları açan Allah’ım! Bize en hayırlı kapıyı aç! “Allah’ım, beni bağışla, bana merhamet et, rızânı kazandıracak işler yaptır, bana âfiyet ve hayırlı rızık ver.”  

Diğer Haberler

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Diğer Haberler