Ben Güzel Ahlakı Tamamlamak İçin Gönderildim

RAMAZAN GÜNLÜĞÜ 11

                                                                                                                                                                                                                                 Hazırlayan: Mustafa KÜÇÜKTEPE

Bir Ayet:
(Ey Resulüm!) Gerçekten Sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem 4)

Bir Hadis:
Ebû Hüreyre"nin rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Ben, (başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlâkı tamamlamak (uygulamak) için gönderildim.” ( İbn Hanbel, II, 381)

Bir Konu:
Güzel Ahlak
Ahlâk kavramı, yanlışlar ve doğrularla ilgilenmektedir. Ahlak, sözlük anlamıyla insanları başkalarından ayıran huylarının genel adıdır. TDK'ya göre, Ahlak kavramı bireylerin toplum içerisinde uyması gereken davranışlardır. Ahlak, yalnızca iyi olanla ilgilenmez. İnsan için iyiyi de, kötüyü de aynı eşit oranda ele alır.
https://www.haberler.com/haberler/islam-da-ahlak-ahlak-nedir-guzel-ahlak-ne-13771672-haberi/

İnsanı insan yapan, onu aslî cevheriyle tanıştıran ve neticede “varlıkların en şereflisi” vasfına erdiren sır; aşk ile yaşanan bir îman zemininde neşv ü nemâ bulan ve ruhlara hayranlık veren “güzel ahlâk”tır. https://www.islamveihsan.com/guzel-ahlakin-temeli.html

İslâm âlimleri, güzel ahlâkı tarif ederken buyuruyorlar ki:
"Güzel ahlâk, güler yüzlülük, cömertlik ve kimseyi üzmemek demektir".
"Güzel ahlâk, genişlikte ve darlıkta insanları razı etmeye çalışmak demektir".
"Güzel ahlâk, Allahtan razı olmak demektir. Yani hayrı ve şerri Allahtan bilmek, nimetlere şükür, belâlara sabır etmektir".
"Güzel ahlâk, haramlardan kaçıp helâli aramak, diğer insanlarla olduğu gibi aile fertleriyle de iyi geçinip onların geçimlerini sağlamaktır".
"Güzel ahlâkın en azı, güçlüklere göğüs germek, yaptığı iyiliklerden karşılık beklememek, bütün insanlara karşı şefkatli olmaktır".

"Güzel ahlâk, yaratanı düşünerek, yaratılanları hoş görmek, onların eziyetlerine sabretmektir".
https://furkanvakfi.org/guzel-ahlak-nedir-faydalari-nelerdir.html

İslâm Dini kadar güzel ahlaka önem veren bir başka din veya düşünce sistemi göstermek mümkün değildir. Öyleki Peygamber Efendimiz “İslâm, güzel ahlâktır” buyurmuştur. Hz. Peygamberin güzel ahlâka teşvik eden bir çok güzel sözü vardır.

“Mü’minlerin îmanca en kamil olanı, ahlâkI en güzel olanıdır” “İçinizden en çok sevdiklerim ve kıyamet gününde bana en yakın olanlarınız, ahlaki en güzel olanlarınızdır” hadisleri bunlardan sadece ikisidir. Kur’an-ı Kerim’de adalet, ahde vefa, affetme, alçak gönüllülük, ana-babaya itaat, sevgi, kardeşlik, barış, güvenirlilik, doğruluk, birlik, beraberlik, iyilik, ihsan, iffet, cömertlik, merhamet, müsamaha, tatlı dilli olma, güler yüzlülük, temiz kalplilik gibi güzel ahlâki hasletlere teşvik eden ve zulüm, haksizlik, riya, haset, gıybet, çirkin sözlülük, asık suratlılık, cimrilik, bencillik, kıskançlık, kibir, kin, kötü zan, israf, bozgunculuk… gibi kötü hasletlerden nehyeden pek çok âyetin yer alması, Kur’an’da ahlaka ne kadar önem verildiğinin bir göstergesidir.

Peygamber Efendimizin güzel ahlaka teşvik eden ve kötü hasletlerden nehyeden hadisleri ise neredeyse bir kitap oluşturacak kadardır. O sadece bu sözleri söylemekle kalmamış, güzel ahlaki bizzat yasayarak insanlara örnek olmuş ve öğretmiştir.

Bu yüzden O’nun ahlaki, İslâm ahlakinin en güzel tatbikatını oluşturmaktadır. İste bu sebeple burada peygamberimiz Hz. Muhammed’in güzel ahlakından az da olsa sözetmek istiyoruz(*). Çünkü O gerçekten en güzel örnektir:

Peygamber Efendimiz güler yüzlü, nazik tabiatlı, ince ve hassas ruhlu idi. Kati yürekli, sert ve kırıcı değildi. Ağzından sert ve kaba hiçbir söz çıkmazdı. Başkalarını tenkit etmez, kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı. Yanlış ve hoşlanmadığı bir davranış görürse “içinizden bazı kimseler, söyle söyle yapıyorlar…” Şeklinde, bu davranışları yapanların kim olduklarını belli etmeden ve hiç kimseyi kırmadan yanlışı ve hataları düzeltirdi. Kimsenin sözünü kesmez, konuşması bitinceye kadar dinlerdi. Tartışmayı sevmez, sözü gereğinden çok uzatmazdı. Kendini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olmaz, kimsenin gizli hallerini araştırmazdı. Allah’a hürmetsizlik olmadıkça, sahsına yapılan kötülükleri, ne kadar büyük olursa olsun, bağışlar, eline imkan geçince öç almayı düşünmezdi.

Son derece iffet ve haya sahibiydi. Bütün insanları eşit tutar, zengin fakir, efendi-köle, büyük-küçük ayrımı yapmazdı. Her bakımdan kendisine güvenilirdi. Verdiği sözü mutlaka zamanında yerine getirirdi. Dürüstlükten ayrıldığı, saka bile olsa yalan söylediği hiç görülmemiştir. Bu yüzden O’na henüz peygamberlik verilmeden önce “Muhammed’ül-Emin” denilmişti. Nitekim Peygamberliğini haber verdiği zaman, iman etmeyenler bile O’na “yalancı, yalan söylüyor” diyememiştir. En yakın akrabalarını safa tepesinde toplayıp onlari İslâm’a davet için, “Size su dağın arkasında düşman atlılarının bulunduğunu söylesem, bana inanırmısınız?” dediği zaman: “Hepimiz inanırız. Çünkü sen yalan söylemezsin” diye cevap vermişlerdi. Kendisi böyle olduğu gibi, herkesin dürüst olmasını isterdi. “Doğruluktan ayrılmayınız, çünkü doğruluk, iyilik ve hayra götürür. İyilik ve hayır da, kişiyi Cennete ulaştırır. Kişi doğru söyleyip doğruluğu aradıkça, Allah katında sıddıklar zümresine yazılır. Yalan sözden ve yalancılıktan sakınınız; Çünkü yalan insani kötülüğe sevkeder. Kötülük de kişiyi Cehennem’e götürür. İnsan yalan söylemeğe ve yalan aramağa devam ede ede, Allah katında nihayet yalancılardan yazılır” buyurmuştur.

Rasûlüllah (s.a.v.) insanların en cömerdi ve en kerimiydi. Eline gecen her şeyi muhtaçlara dağıtır, kimseyi eli boş çevirmezdi. https://diyanet.nl/dinimiz/dinimizde-ahlak/

Bir Peygamber:
Hz. Yakub
, İshak’ın oğlu Ya‘kūb, Kur’ân-ı Kerîm’e göre peygamber, yahudi inancına göre İsrâil’in ataları diye adlandırılan üç kişiden biridir (diğerleri İshak ve İbrâhim’dir) (IDB, II, 786) ve İsrâiloğulları’nın isim babasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de Ya‘kūb’dan hem bu isimle hem de İsrâil diye bahsedilmektedir. Ya‘kūb adı on sûrede on altı defa geçer (el-Bakara 2/132, 133, 136, 140; Âl-i İmrân 3/84; en-Nisâ 4/163; el-En‘âm 6/84; Hûd 11/71; Yûsuf 12/6, 38, 68; Meryem 19/6, 49; el-Enbiyâ 21/72; el-Ankebût 29/27; Sâd 38/45); İsrâil adı da tek başına iki (Âl-i İmrân 3/93; Meryem 19/58), Benî İsrâil şeklinde kırk bir yerde geçer. Bazı rivayetlere göre Ya‘kūb adı kendisine, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını kitaptan takip ederek uygulaması veya zürriyetinin onu takip etmesi yahut doğum esnasında kardeşinin topuğunu tutması sebebiyle verilmiştir (Fîrûzâbâdî, VI, 43). Ancak İslâmî kaynaklara göre de Ya‘kūb Arapça asıllı bir kelime değildir (Cevâlîkī, s. 355). Kur’an’da diğer peygamberler gibi Ya‘kūb’a da vahiy geldiği ve onun nebî olduğu bildirilmektedir (en-Nisâ 4/163; Meryem 19/49). Dedesi İbrâhim ve babası İshak gibi Ya‘kūb da güçlü bir iradeye, keskin bir zekâya sahiptir; kendisi ve zürriyeti seçkin ve hayırlı insanlardır (Sâd 38/45-46); onlar dürüst ve erdemli (el-Enbiyâ 21/72), muhsin (el-En‘âm 6/84), sâlih (el-Enbiyâ 21/72), muhlis (Sâd 38/45-46) kullardır.

Hadislerde de Ya‘kūb nebî ve kerîm olarak zikredilmektedir (Müsned, II, 96; Buhârî, “Enbiyâʾ”, 14, 19). İfk Hadisesi’nde Hz. Âişe ithamlara mâruz kalınca şöyle demiştir: “Artık bana düşen Yûsuf’un babası gibi sabretmektir” (Müsned, VI, 367, 368; Buhârî, “Tefsîr”, 12/3; 24/11). Diğer bir hadise göre Hz. Peygamber şeytanın kötülüğünden ve kem gözden korunmak için ashabına öğrettiği bir duanın sonunda, “Atamız İbrâhim ve İsmâil, İshak ve Ya‘kūb’a böyle dua ederdi” buyurmuştur (İbn Mâce, “Ṭıb”, 36) ( https://islamansiklopedisi.org.tr/yakub)

Esma-ı Hüsna: 

El-Mukit:Sözlükte “korumak, birine hayatiyetini sürdürecek kadar gıda vermek; gücü yetmek” mânalarındaki kavt (kıyâte) kökünün “if‘âl” kalıbından türeyen mukīt “bedenlerin ve ruhların gıdasını veren, gücü yetip koruyan” demektir.

Râgıb el-İsfahânî’nin de içinde bulunduğu bir grup lugat âlimine göre mukītın asıl anlamı “koruyup himaye eden”dir, zirâ hayatiyeti sürdürecek gıdayı vermek “birini koruyup yaşatma” anlamının vazgeçilmez sonucudur.

Mukīt ismi bir âyette geçmektedir:

Kur’an’da Hz. Peygamber’e Allah yolunda savaşması, müminleri de ölüm korkusunu yenmeleri hususunda teşvik etmesi emredildikten ve kâfirlerin gücünün neticede Allah tarafından kırılacağı bildirildikten sonra güzel bir şefaatte bulunan kimsenin ondan bir nasibinin, kötü şefaatte bulunan kimsenin de bu eyleminden kendisine dönecek kötü bir sonucun olacağı ifade edilmekte, ardından “Allah her şeye güç yetiren ve gözetleyip koruyandır” denilmektedir.

 “Şu halde Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlu olursun. Müminleri de teşvik et. Allah, inkâra sapanların gücünü kıracaktır. Allah’ın gücü daha çetin, cezası daha şiddetlidir. Kim güzel bir işe aracılık ederse ondan kendisi için bir nasip olur; kim de kötü bir işe aracılık ederse onun da buna denk bir payı olur. Allah her şeyi koruyup hakkını vermektedir.” (Nisâ, 84-85)

​Burada şefaat kavramının “meşrû veya gayri meşrû bir yolda savaşan kimseye eşlik etmek” mânasına geldiğini söyleyen Taberî mukīt kelimesine de “muktedir” anlamını vermiştir. Dünyanın yaratılmasını anlatan bir âyette Allah’ın bu âlemde canlılar için çeşitli gıda imkânları yerleştirdiğinden bahsedilirken bu ilâhî fiil kūt (besin) kelimesinin çoğulu olan akvât lafzıyla belirtilmiştir.

​“Arz üzerinde sarsılmaz dağlar oturttu, orayı bereketli hale getirdi; gerekli besinlerini orada -bunlara ihtiyacı olan varlıklar için eşit derecede olmak üzere- uygun ölçülerle yarattı. (Bütün bunlar) dört günde oldu.” (Fussilet, 10)

Tirmizî’nin rivayet ettiği esmâ-i hüsnâ hadisinde mukīt ismi de yer almıştır (“Daʿavât”, 82).

Ayrıca Hz. Peygamber’in, bazan ardarda nâfile oruç tuttuğunu görüp kendisine özenen sahâbîleri bundan menederken, “Bana özenmeyin, çünkü rabbim beni yedirip içirir” demesi (Buhârî, “Ṣavm”, 48; Müslim, “Ṣıyâm”, 57) mukīt isminin bir açıklaması niteliğindedir. Yine Resûl-i Ekrem’in, ev halkının bir anlamda sızlanmasına sebep olacak kadar sade bir hayat yaşadığını nakleden muhaddisler onun, “Allah'ım, Muhammed ailesinin rızkını sadece yetecek derecede lutfet!” şeklinde dua ettiğini kaydeder (Müsned, II, 232, 446; Buhârî, “Riḳāḳ”, 17; Müslim, “Zühd”, 18-19; krş. el-Ahzâb 33/28-29). Burada da mukīt sıfatı yardımcı bir fiil vasıtasıyla zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmiştir. 

​Esmâ-i hüsnâ şârihleri, mukīt ismini daha çok “bedenlerin ve dolayısıyla ruhların gıdasını veren” şeklindeki sözlük anlamına uygun biçimde açıklamıştır. Buna göre Nisâ sûresindeki mâna (4/85) lâzımî bir muhtevaya dayanmış olur.

Halîmî, mukīta “hayatiyetin gereklerini sağlayan” mânası verdikten sonra Allah’ın canlıları birbirini besleyecek bir mekanizma ile yarattığını ifade etmiştir. Şöyle ki, canlıların bünyesinden bazı şeyler zamanla çözümlenerek ayrılır ve diğer canlıların da besinini sağlar. Bu, yaratıcının planladığı zamana kadar devam eder.

Kuşeyrî ise Allah’ın canlıların besinini farklı şekillerde yarattığını söyler. Cenâb-ı Hak, insanların ve diğer canlıların gıdasını çeşitli yiyecek ve içecekler, meleklerin gıdasını tâat ve tesbih, ruhların gıdasını nesne ve olayların mahiyetine vâkıf olup onları akletmek şeklinde düzenlemiştir. Bütün güzelliklerin düzeni akılla mümkün olur. Allah akıldan daha şerefli ve daha güzel bir şey yaratmamış ve kimse aklın tamamına sahip kılınmamıştır.

​Mukīt “bedenlerin ve ruhların gıdasını veren” mânasıyla fiilî, “güç yetiren” anlamıyla zâtî-sübûtî sıfatlar içinde yer alır. İlk muhtevasıyla mukīt, bâsıt, kābız, latîf, rezzâk, muğnî, muhyî; ikinci muhtevasıyla kādir, kavî, metîn ve muktedir isimleriyle anlam yakınlığı içinde bulunur. Mukīt, “koruyup gözeten” mânasına alındığı takdirde hafîz ismiyle de ilişkili olur.

( https://www.sakuraakademi.com/el-mukit)

El-Mukit,esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 550’dir.

El-Hasib: Sözlükte “saymak, hesap etmek” anlamına gelen husbân (hisâb) masdarından sıfat olup “her şeyi saymışçasına bilen, hesaba çeken” demektir. Hasîb, ayrıca “asaletli ve şerefli olmak” anlamındaki haseb masdarıyla bağlantılı olarak “yüce ve şerefli” mânasına geldiği gibi if‘âl babındaki kullanılışından hareketle “yeten, kâfi gelen” anlamında da kabul edilebilir. Arap dili âlimi Zeccâc, Allah’ın hasîb ismine “kullarına yeten” mânasını verdikten sonra kelimenin “mahsûb” (lutuf ve ihsanları sürekli olarak hesap edilen) anlamına da gelebileceğini söyler (Tefsîru esmâʾillâhi’l-ḥüsnâ, s. 49). İbn Manzûr da, “Allah her şeyin hesabını arayandır” (en-Nisâ 4/86) meâlindeki âyeti örnek göstererek hasîb ismine “her şeyi yeterince bilen, koruyan, ceza veya mükâfat olarak karşılığını veren” şeklinde anlam vermiştir (Lisânü’l-ʿArab, “ḥsb” md.).

Husbân kavramı Kur’ân-ı Kerîm’in otuz yedi âyetinde Allah’a izâfe edilmiştir. Bunlardan yirmi yedi âyette fiil veya isim kalıbında olup “hesaba çekmek” mânasındadır. Yedisi mütekellim, gāib veya muhatap zamirlerine muzaf olmuş hasb isminden, üçü de hasîb kelimesinden ibaret olup “yetmek, kâfi gelmek” anlamında kullanılmıştır (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥsb” md.). İbnü’l-Cevzî, Kur’an’da çokça zikredilen hisâb kelimesinin Allah’a nisbet edildiği âyetlerde “kâfi gelmek, hesaba çekmek, amelinin karşılığını vermek” anlamlarına geldiğini söyler (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 250-251). Kifâyet mânası ifade eden hasb kelimesi, inkârcıların ve münafıkların İslâm dini ile mensupları aleyhine sinsi faaliyetlerine karşı Hz. Peygamber’in ve müminlerin mânevî güçlerini korumalarını, ümitlerini yitirmemelerini ve Allah’ın kendilerini savunup koruyacağı şuurunu zinde tutmalarını tavsiye eden âyetler içinde yer alır. Bir âyette de (et-Talâk 65/2-3) eşler arasında anlaşmazlık ortaya çıktığında tarafların, özellikle erkek tarafının âdilâne ve insanî duygularla davranması emredilmekte ve Allah’ın kendisine tevekkül eden kimseye yeteceği belirtilmektedir. Hasîb isminin yer aldığı üç âyetin birinde (en-Nisâ 4/6), yetim mallarını elinde bulunduranların dürüst davranmalarının gerektiği anlatıldıktan sonra her şeyi en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar bilen Allah’ın bütün davranışların hesabını soracağı ifade edilmektedir. Diğer âyette (en-Nisâ 4/86) görgü kurallarından selâmlaşma konusu üzerinde durulmakta ve bir kimseye verilen selâmın samimi bir ilgiyle cevaplandırılması gerektiği vurgulanmakta, ardından da Allah’ın her şeyin hesabını soracağı bildirilmektedir. Fahreddin er-Râzî’nin de işaret ettiği gibi her iki âyette yer alan hasîb ismi hem hesap soran hem de kendine kâfi gelen mânalarını taşımaktadır (Mefâtîḥu’l-ġayb, IX, 200; X, 222). Üçüncü âyette ise (el-Ahzâb 33/39) başta peygamberler olmak üzere ilâhî emirleri insanlara tebliğ edenlerin Allah’tan başka kimseden korkmadıkları, zira Cenâb-ı Hakk’ın herkese kâfi geldiği belirtilmektedir. Bu âyetteki hasîb isminde “yeten, kâfi gelen” mânası galiptir (Taberî, XXII, 12; Beyzâvî, III, 385).

Husbân masdarından türeyen çeşitli kelimeler sözlük anlamları ile muhtelif hadislerde de kullanılmıştır (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ḥsb” md.). Hasîb ismi, Kütüb-i Sitte içinde doksan dokuz ismi ihtiva eden esmâ-i hüsnâ listesine yer veren muhaddislerden Tirmizî rivayetinde yer almışken (“Daʿavât”, 82) İbn Mâce’de mevcut değildir. Bu ismin geçtiği bir hadisin meâli şöyledir: “Sizden biriniz arkadaşını mutlaka övmek istiyorsa, ‘Filânın şöyle şöyle olduğunu zannediyorum, bununla birlikte herkesin iç yüzünü bilip onu hesaba çekecek olan Allah’tır, kimseyi Allah nezdinde tezkiye edemem’ desin” (Müsned, V, 41, 45-46, 47; Buhârî, “Edeb”, 54, 95; Müslim, “Zühd”, 65-66).                              ( https://islamansiklopedisi.org.tr/hasib)

El-Hasib,esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 80’dir.

El-Celil:“Azamet sahibi, büyük, yüce ve münezzeh olmak; uzun ömürlü olmak” mânalarına gelen celâl (veya celâle) kökünden türemiş bir sıfattır. Allah’a nisbet edildiğinde “hiçbir kayıt ve kıyas kabul etmeksizin azamet sahibi, kadrü kıymeti ve mertebesi en yüce olan” gibi anlamlar taşır.

Kur’ân-ı Kerîm’de aynı muhtevada olmak üzere zü’l-celâl terkibiyle iki âyette yer almıştır:

"Celâl ve ikram sahibi Rabbinin adı çok yücedir." (Rahmân, 27-8)

​Hadislerde ise doksan dokuz isim içinde sayılmakta (İbn Mâce, “Duʿâʾ”, 10; Tirmizî, “Daʿavât”, 82), ayrıca Allah için tâzim ifade eden “azze ve celle” (daima galip ve azamet sahibi olan) cümlesinde ve daha başka kelime kalıplarıyla Allah’ı niteleyen bir kavram olarak geçmektedir.

​Bütün celâl sıfatlarıyla muttasıf olan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, azamet ve ikram sahibidir. Kudreti celil olan Allah ariflerin kalplerindedir.

​Celil, uzun ömürlü olmak, büyüklük ve azamet sahibi anlamlarına gelen "celâl" mastarından gel­mekte olup, "şanı yüce izzet ve azamet sahibi" manasına gelen bu kelimeden türemiştir. Allah, hiçbir kayıt ve kıyas söz konusu edilmeden mutlak azamet sahibi mertebesi en yüce olan zattır ve O, emir ve nehye tek müstehak olandır. Yaratan (c.c.)'ün, yarattığı kimselere emretmesi en geçerli haktır. Ve daima ona itaat gereklidir. O'nun dışında büyük her şey küçüktür. Her yüce ve yüksek sayılan onun yanında bir hiçtir.

​Allah'ın kahr ve gazabına delâlet eden isim ve sıfatlarını celâl, lutuf ve rızâsına delâlet eden isim ve sıfatlarını da cemâl tabiriyle ifade ederler. Kâşânî celâli, Hakk'ın mahiyetinin bilinemeyecek bir şekilde izzet perdesiyle gizli kalması, zâtını kendinden başka kimsenin bilmemesi ve görmemesi şeklinde tarif eder.

​Kemâl ilâhî bir sıfattır; adalet ve ilim sıfatları gibi kemâl sıfatına da sahip olunması arzu edilir. Diğer insanlardan daha olgun ve yetkin bir durumda olmayı her insan ister. Allah zât ve varlık olarak mutlak kemâl sahibidir; ilim ve kudret sıfatları itibariyle de kâmildir.

​Lügatta, "Celâlullah" onun azameti demektir. Bundan dolayı bir şey olduğunda "senin büyüklüğünden, yüceler yücesi olduğuna iman ettiğimden dolayı yaptım" demektir.

CELLE CELÂLUH

Allah Teâlâ hakkında kullanılan bir saygı ifadesi. “Büyüklük, ululuk, yücelik” mânasındaki celâl ile aynı kökten türeyen ve “büyük ve yüce oldu” anlamına gelen celle fiilinden oluşmuş bir tabirdir. Allah lafzı ve Allah’ın isimlerinden biriyle zikredildiği yerde “azameti yüce ve ulu olan” anlamında bir saygı ifadesidir. Bunun yerine celle şânuhû (şanı yüce olan) veya celle ve alâ (azametli ve yüce olan) ifadeleri de kullanılmaktadır.

"Celle", "kadri kıymeti büyük, azameti şanı, yüce ve ulu olan" demektir. O, mertebesi yüce olandır.

Bundan dolayıdır ki "Celil" ismi şerifinin sadece Allah hakkında kullanıldığını görüyoruz.

​Esmâ-i hüsnâ içinde yer alan kebîr, celîl ve azîm isimleri yakın anlamlı kelimeler olmakla birlikte kebîr Allah’ın zâtının, celîl sıfatlarının, azîm ise hem zât hem de sıfatlarının kemalini ifade etmek için kullanılmıştır. 

​Gazzâlî’nin de belirttiği gibi doksan dokuz isim içinde eş anlamlı bazı kelimelerin tekrar niteliğinde yer aldığı zannedilirse de gerçekte durum böyle değildir. Çünkü sözlük anlamları yakın veya aynı olsa bile kelimelerin çeşitli alanlarda kullanılmalarıyla kazandıkları mânalar, aralarında muhteva farklılıkları meydana getirmektedir.

Celîlin fiili mâzisini oluşturan celle ile “daima galip ve üstün” anlamındaki azîz isminin mâzisini oluşturan azze fiilleri, “azze ve celle” şeklinde İslâmî metinlerde Allah’ı tâzim için en çok kullanılan cümlelerden biri olmuştur. ( https://www.sakuraakademi.com/el-celil)

El-Celil,esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 73’tür.

Bir Dua: Allahümme innî e’ûzü bike min ‘ilmin la yenfe’u ve min kalbin lâ yahşe’u, ve min nefsin lâ teşbe’u ve min da’vetin lâ yüstecâbu leha. "Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalpten, kabul olunmayan duadan, doymayan nefisten sana sığınırım."

Diğer Haberler

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Diğer Haberler