Yusuf Yeşilkaya

Gemileri Yakmadan Önce...

GEMİLERİ YAKMADAN ÖNCE…

 

Yusuf YEŞİLKAYA

[email protected]    

 

Tarık bin Ziyad, ismi ile karşılaştığımızda büyük çoğunluğumuzun aklına Endülüs gelir. Belki Endülüs’ü fetheden komutan unvanından ziyade gemileri yakan insan olma özelliği daha baskın gelir. Büyük hedeflere ulaşmak isteyenler, büyük risk alması gerekenler ve geri dönüşü olmayan bir yola giren insanlar için, gemileri yakmak deyimi, içinde bulunan durumu açıklamak için tam yerine oturan bir ifadedir.

Dilerseniz öncelikle Tarık bin Ziyad’ın bilinen yönlerini kısaca bir ele alalım. Daha sonra sizleri farklı yerlere götürmek istiyorum. Tarihçilerin ifadelerine göre Tarık bin Ziyad, Emevî Halifesi Velid bin Abdülmelik döneminin Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nusayr’ın azatlı kölesi Berberi asıllı Ziyad’ın oğludur. Vali Musa bin Nusayr, azatlı kölesi Ziyad’ın oğlu Tarık’ı iyi keşfetmiştir. Tarık bin Ziyad’ın sağlam kişiliği, kahramanlığı, kalp kuvveti, etkili hitabeti ve ikna edici konuşmaları, Vali’nin gözünden kaçmamış ve O’nu Endülüs’ü (İspanya) fethetmekle görevlendirmişti.

Endülüs’te o dönemlerde Vizigotlar hüküm sürmekteydi. Başlarında ise Kral Rodrik vardı. Tarık bin Ziyad, yanına dört gemi ve yedi bin asker alarak Endülüs’e doğru yola koyuldu. Askerlerini karaya çıkardığında, ani bir karar verdi ve askerlerinin sayıca kendilerinden çok fazla olan düşman askerinden korkup kaçma ihtimaline karşı gemileri yaktı. Çünkü yedi bin askerine karşılık doksan bin düşman askeri vardı. Gemileri yaktıktan sonra askerlerine hitaben şu konuşmayı yaptı:

—Askerlerim! Görüyorsunuz ki, arkanızda deniz, önünüzde düşmanlar ve kaçacak hiçbir yeriniz yok. Vallahi sabır ve sebattan başka yapacağınız bir şey de yok… Yine iyi biliniz ki, eğer şu zorluklara biraz sabrederseniz daha müreffeh bir hayata kavuşursunuz. En ucuz malın can olduğu bu pazara sadece sizi sürmüyor, önce bizzat kendi canımdan başlıyorum.

Vizigotların hem cephane hem sayı olarak çok üstün oldukları bu savaşı Tarık bin Ziyad kazanmış ve tarihe,  Endülüs Fatihi olarak geçmiştir. Bu savaşta Tarık bin Ziyad, çok büyük ganimetler elde etmiş lakin bunların hiç birine elini dahi sürmeden Vali Musa bin Nusayr’a göndermiştir.

Görüldüğü üzere karşımızda hem gözü pek hem de gözü tok bir komutan portresi duruyor. Hedefine giderken büyük riskler alabilen, çabuk karar verme yeteneğine sahip, büyük kalabalıklara etkili şekilde konuşabilen ve ikna gücü çok yüksek bir komutan… Kendisine atfedilen unvanları fazlasıyla hak eden bir şahsiyet…

Şimdi buraya kadar olan kısmı biz biliyoruz diyebilirsiniz. Ben de asıl buradan sonrasına dikkatinizi çekmek istiyorum zaten. O heybetli, o cesur, gözünü daldan budaktan esirgemeyen, yüz binlerle ifade edilen düşman askerinden asla korkmayan Tarık bin Ziyad’ın, herkesin bildiği gösterişli tablosundan bahsetmeyeceğim. Özel hayatındaki mütevazı yönünden ve daha farklı özelliklerinden söz edeceğim.

Tarık bin Ziyad, bir seferden dönüyor. Yanında birkaç askeri ve komutanı var. Bilmem kaç aydan sonra evine varıyor. Kapıda hanımı karşılıyor, meşhur komutanı. Ama ne karşılama? Tarık bin Ziyad’ın boynuna sarılmasını ve:

—Aslanım hoş geldin!

—Endülüs Fatihim, bi tanem!

—Evimin direği, can yoldaşım!

—Çocuklarımın babası, hoş geldin!

—Gözümüzü yollarda koydun, seni çok özledik.

—Allah’a şükür sağ salim geldin!

—Seni bize bağışlayan Allah’a şükürler olsun!

—Evine, ocağına hoş geldin! demesini bekliyorsunuz. İşin aslı ben de bu türden bir ifade kullanmasını beklerdim. Ama Tarık bin Ziyad’ın eşi böyle şeyler söylemiyor. Ne diyor peki? Kapıda kocasını karşılıyor ve başlıyor bağırmaya:

  • Nerde kaldın sen?
  • Evin yolunu unuttun!
  • Beni ve çocuklarını da hatırlar mıydın?
  • Evin yolunu kim gösterdi sana?
  • Memleketi kurtarmaktan bize sıra geldi mi?
  • Biz burada aç sefiliz. Başımızda erkek yok.
  • Canın istediği zaman gelip istediğin zaman gidiyorsun.
  • Burası senin evin mi otel mi?

Tarık bin Ziyad… Koskoca komutan… Endülüs Fatihi… O kocaman orduları dize getiren Tarık bin Ziyad’ın hanımı, neler söylüyor? Olacak şey mi? Tarık bin Ziyad’ın beraberindeki komutan ve askerler çok şaşırıyorlar. Ve kendi kendilerine diyorlar ki:

— Eyvaaaaahh! Zavallı kadın, şimdi yandı. Bizim komutan şimdi bu kadının ağzını burnunu dağıtır. Mahvoldu kadıncağız.

Ama korkulan olmuyor. Tarık bin Ziyad, hanımının ağzını, burnunu dağıtmıyor. Eşine el kaldırmıyor. Bırakın el kaldırmayı, o koca komutanın ağzından tek bir söz bile çıkmıyor. Sadece eşini dinliyor ve susuyor. Askerleri bakıyor manzaraya ve önce duruma bir anlam veremiyorlar. Sonra yine kendi kendilerine diyorlar ki:

—Vay be! Şu koca komutana bak be! Kocaman orduları dize getiren Tarık bin Ziyad! Evdeki kadından tırstı. Biz de komutanımızı kazak erkek bilirdik. Yazıklar olsun şu kadına!

Askerler, manzara karşısında komutanlarının yüzüne bakıyorlar ve bir açıklama istiyorlar adeta. Tarık bin Ziyad, askerlerinin ne demek istediklerini anlıyor. Askerlerinin gözlerinin içine baka baka diyor ki:

—O benim eşimdir. O benim hayat arkadaşımdır. Çocuklarımın anasıdır. Bildiğiniz gibi çok uzun seferlere giderim. Evimin ve çocuklarımın yükü hep onun omuzlarına kalır. Yerine göre çocuklarımın hem anası hem babası olur. Benimleyken ve ben uzaklardayken, başımı önüme eğdirmez. Evimize ve çocuklarımıza sahip çıkar. Çok cefa çeker. Hiddeti bu yüzdendir. Yüreğinde bir kötülük yoktur. O, benim başımın tacıdır. Bana bu kadarcık bağırmasına nasıl kızabilirim ki!

Gemileri yakmak kadar önemli bir söz. Tarihe not düşülecek bir söz. Endülüs Fatihi’nin alçak gönüllülüğüne bakar mısınız? Evet, ifadelerde, drama yeteneğimi kullanıp biraz abartılı olmuş olabilirim ama işi özü bu. Farklı bir Tarık bin Ziyad portresi bu. Bence herkesin bildiği Tarık bin Ziyad portresi kadar güzel ve asil. Gemileri yaktıran, askerlerini coşturan, düşmanları dize getiren Tarık bin Ziyad’a her yerde rastlarız ama kalbi ılık (kılıbık değil) komutana pek rastlayamayız ne hikmetse.

Aile saadetinin, temini ve devamı konu olduğunda birçok uzman görüş devreye girebilir. Özellikle aile içi iletişim konusunda söylenebilecek çok söz ve izlenebilecek çok fazla yöntem olabilir. Hatta bu yöntemlerden biri de gemileri yakmak şeklinde düşünülebilir. Yani evlenmeye karar veren iki insan, birlikte hayat yolculuğuna çıkarken, birbirlerini mutlu etmekten başka çıkar yol olmadığı konusunda geriye dönmemek üzere gemileri yakabilirler.

Eşler arasında sevgi olmaz ise evliliğe karar vermenin daha başından yola çıkmanın tehlikeli bir adım olduğunu herkes bilir. Evlilikte sevgi kadar saygının da çok önemli bir kavram olduğunu çoğumuz bilir. Ancak, tarafların birbirlerine karşı hata olarak algıladıkları, tolere edilebilir hatalara karşı hoşgörülü davranabilme yeteneğini herkes gösteremez. Tolere edilebilir hataların tanımı, ilişkilere göre ve o ilişkinin taraflarının değer yargılarına göre değişir. Bu konunun çok farklı yönleri olduğu için fazla detaylandırmak istemiyorum. Ama hoşgörüyü, davranış boyutu ile gerçekleştirme hususunda hepimiz sınıfı geçemeyiz. Çünkü hoşgörü, özellikle kendi şahsımıza, kişiliğimize, haklarımıza karşı yapılan haksızlıklar durumunda bu haksızlıkları hoş görebilmek ya da görmezden gelebilmektir. Bir anlamda, nefsimizin tepesine çökerek nefis terbiyesi etmektir. Nefis terbiyesi de ruhsal boyutu ile yiğit insanların gerçekleştirebilecekleri bir eylemdir.

Evliliklerde ilk beş yıl, çok riskli bir süreçtir. Bu beş yılın ilk bir yılı daha riskli bir dönemdir. Çünkü taraflar için benlikten kurtulup, biz olma yolunda atılması gereken adımlar vardır. Çiftlerin birbirini tanıması, beklentilerin karşılanması ve beklenti geliştirilmesi gerekmektedir. Senin ailen ve benim ailem kavramlarının yerine bizim ailemiz kavramının oturtulması gerekmektedir. Almayı düşünmeden verme cömertliğini göze almak gerekmektedir. Dolayısı ile bu süreç, kolay bir süreç olmayacaktır.

Her evlilikte ufak tefek tartışmalar olacaktır elbette. Önemli olan bu tartışma sürecinde, oturup konuşabilmek, çözümün en önemli parçasını oluşturacaktır. Konuşmak yerine kapıyı çekip çıkmak, susmak, içine atmak problemi çözüme götürmez ama ilişkiyi çözülmeye götürebilir. Evliliklerde, en son yapılacak demiyorum hiç yapılmayacak şey şiddete başvurmaktır. Gücü yetenin, gücü yettiğine güç göstermesi, güç gösterisinde bulunan kişinin güçlü olduğu anlamına gelmez. Aksine acizliğini ortaya koyar. Asıl güç; öfkesine, iradesine, nefsine, diline hâkim olabilmektir. Ancak bunu gerçekleştirme konusunda her zaman başarılı olmayabiliyoruz.

Sosyal hayatın özellikle de iş yaşamının stresi altında ezildiğimiz durumlarda, sinirimizi evde eşimizden ve çocuklarımızdan çıkarma yöntemine maalesef sıklıkla başvuruyoruz. Patrona sinirleniriz, eşimize kızarız. İşçilerimize sinirleniriz, çocuklarımıza bağırırız. Trafiğe takılıp işe geç kalırız,  en yakınımıza patlarız. Patlamaya hazır durumda eve geliriz, eşimizin makul isteklerine karşı onu azarlarız. Çocuklarımızın evin içini dolduran cıvıltılarını kafamız götürmez, sebepsiz yere onlara bağırırız.

İçinde bulunduğumuz stresli durumlarda birilerinin –en çok da eşimizin- halden anlamasını bekleriz. Ancak bizim halden anlamamız gereken durumları görmezden, duymazdan geliriz. Bağırmayı, kızmayı, küsmeyi kendimize hak olarak görürken, en yakınımızın bile halinden anlama konusunda sınıfta kalırız.

Özellikle günümüzde kadınların sadece ev hanımı olmadıklarını, evin geçimi ile ilgili olarak iş hayatında etkin rol aldıklarını da göz ardı etmemek gerekiyor. Hayatın maddi ve manevi yükünü birlikte paylaştığımız yol arkadaşımıza, can yoldaşımıza karşı biraz daha hoşgörülü olmaya ne dersiniz?

 

1 Yorum

Ahmet TEZCAN

Ahmet TEZCAN

26 Mart 2020
Sağ ol Allah razı olsun

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri