EMİN GÖNEN

-YENİ- KONGO’DAN GAZZE’YE BATININ DEMOKRASİ ŞARLATANLIĞI

KONGO’DAN GAZZE’YE BATININ DEMOKRASİ ŞARLATANLIĞI

     1876 yılında, Belçika kralı II. Leopold’un girişimleriyle Afrika’yı medenileştirmek ve Arap köle tüccarlarını engelleyerek köle ticaretine son vermek için “Uluslararası Afrika Birliği kurulur. Kurulan birlik Afrika kıtasının keşfinin planlanması ve finanse edilmesi için kullanılır.  Kral II. Leopold birliğin Belçika’daki kurulan komitesini kendi servetinden finanse eder. Kongo’da ticaretin geliştirilmesi için Afrika’da araştırmalar yapan gazeteci Henry Stanley 1879 yılında görevli olarak Kongo’ya gönderilir. Stanley, Kongo’da ticareti geliştirmek için yoğun çalışmalar gerçekleştirmiş, bunun için su kanalları kurulmuş ve ticari ağlar oluşturulmuştur.  1985 yılında Berlin konferansında bölgeye yaptığı katkılardan dolayı Kral II. Leopold’a Belçika’dan 77 kat büyük bir toprak parçası olan Kongo, özel mülk olarak verilir. Berlin konferansındaki sözleşmeye göre amaç Kongo’yu modern dünyaya kazandırmaktır. Bölgede Leopold’a bağlı Bağımsız Kongo Cumhuriyeti devleti kurulur. Böylece II. Leopold Kongo’nun hem kralı hem de şahsi mülkiyet sahibi olur. Leopold kısa süre içinde bölgede fildişi ve kauçuk başta olmak üzere sanayi üretimi için çok önemli olan hammadde ürünlerini bölgeden temin ederek Avrupa’da ki büyük bir üretim ihtiyacını kapatır.

     İnandınız mı?!...
     İnşallah inanmamışsınızdır!.. Çünkü buraya kadar yazdıklarıma inanmak demek Batının kalleş sömürgecilik anlayışından zerre kadar bilginizin olmaması demektir. Öyleyse gelin Kongo da gerçekten yaşananlara, sonradan da olsa ortaya çıkan büyük trajedik gerçeklere beraber bakalım.

     Aslında Kongo’da yaşananlar, 10-15 milyon Kongolunun hayatına mâl olan, birçoğunun da sakat kalmasına sebep olan bir barbarlıktan ve doğal zenginlik hırsızlığından başka bir şey değildir. Uluslararası Afrika Birliği’nin ilan edilen görünürdeki amacı, Afrika kıtasına medeniyeti götürmek, yerlilerin yaşam standartlarını düzeltmek, ticareti geliştirmek, köle ticaretine savaş açmak, bilimsel araştırma yapmaktır. Ancak gerçek niyet, Afrika kıtasının tam ortasındaki el değmemiş bu bakir bölgenin doğal zenginlerini sömürmektir.  

II. Leopold’un gerçekte Henry Stanley'e verdiği özel talimatlar gözükenden oldukça farklı ve vicdansızcadır:

"[...] alabildiğin kadar toprak al ve egemenliğimiz altında topla [...] en kısa sürede, tek bir dakika kaybetmeden, Kongo ağzından Stanley Çağlayanlarına kadar tüm ticaret yollarını ele geçir." "Bu mümkün olduğu kadar büyük bir devlet yaratma ve yönetme projesi. Bu projede zencilere en ufak bir siyasi söz hakkı vermeyeceğimiz açıkça anlaşılmalı. Aksi çok saçma olurdu."

Bölgeye giden Henry Stanley, kendisine verilen görev gereği ilk yaptığı iş, okuma yazma bilmeyen kabile liderlerini kandırarak Leopold’la anlaşmalar yapmaya ikna etmek olur. Çeşitli hile ve zorbalıklarla ele geçirilen büyük topraklarda tam bir köle işçilik düzeni kurulur. İlk olarak Avrupa’ya fildişi ihraç etmek için büyük bir fil kıyımı başlar. 1890’larda ise sanayinin gelişimi ile bisiklet ve araba tekerleği imalatı için büyük oranda kauçuk ihtiyacı doğar ve Kongolu yerliler ve çocuklar köle olarak zaten çok zor olan kauçuk ağaçlarından kauçuk toplamaları için çok ağır şartlarda çalıştırılır. Yeteri kadar kauçuk toplamayan yerlilerin ya kendi sağ eli ya da çalışmasına devam etmesi için eşi ve çocuklarının çaprazlama olarak el ve ayakları kesilir. İsyan edenler vurularak öldürülür. Yerli insanın canı o kadar kıymetsizdir ki, bir Belçika askeri kendisine verilen sınırlı sayıdaki mermiyi asla ıskalayarak boşa harcayamaz kullandığı her mermi için öldürdüğü bir Kongolunun elini keserek subayına teslim etmelidir. Asker eğer ıskalarsa harcadığı merminin boşa gitmediğini göstermek ve subaya vermek için canlı bir Kongolunun elini keserek kendini kurtarır. İşkence, tecavüz, açlık o kadar hat safhadadır ki 20-30 milyon olan Kongolu insan sayısı birkaç yılda 9-10 milyona kadar düşer.

     Kongo’ya medeniyeti getirme iddiasındaki II. Leopold’un Kongo’da yaptığı bir diğer icraat ise yerli halkı insan olarak bile görmeyen bir ırkçı olduğunun kanıtıdır. Kongo’dan özellikle pigme kabilelerinden topladığı 260 insanı Belçika’ya getirip bir insanat bahçesi kurar. Ülkelerinden zorla getirilen bu insanlar hayvanlar gibi kafesler içerisinde beyaz Avrupalının ziyaretine açılır ve büyük ilgi görür. Tam 1,3 milyon Belçikalı bu insanat bahçesini ziyaret eder.

     Belirli zamanlarda bölgeye gelen bazı gazeteciler, yazarlar, gezginler ve misyonerler burada yaşanan insanlık dışı büyük katliamı, elleri ve ayakları kesilen yetişkin ve çocukları resimleyerek dünya kamuoyuna ifşa ederler. Avrupa devletlerinin yönetimlerinden pek bir tepki oluşmaz. Ancak halk arasında büyük yankı uyandırır. Avrupa da büyük gösteriler olur. Oluşan bu tepkiler sonucu, 1908'de Belçika parlamentosu, II. Leopold'un Kongo üzerindeki yetkilerini sona erdirir. II. Leopold'e Kongo için yaptığı "büyük fedakârlıklar" nedeniyle yüklü bir maaş bağlanır. Kongo’nun yönetimi artık direkt olarak Belçika yönetimine bağlıdır. Kongo’nun durumunda kısmi iyileştirmeler olur ancak sömürge tüm hızıyla devam eder.

     Olayın en ironik ve bir o kadarda trajik durumlarından birisi de Kongo’da bunca katliama ve köleleştirme eylemleri yapan Leopold’un ülkesinde ve dünya kamuoyunda şiddetli kölelik karşıtlığı ile tanınması ve bu anlamda itibar görmesidir. Hatta bu nedenle ABD, ödül olarak, Leopold’un kurduğu “Kongo Bağımsız Devleti’ni tanıyan ilk devlet olur!Bu adam aynı zamanda Sultan II. Abdulhamit’i de yönetim anlayışından dolayı eleştirmektedir.

     Avrupalı beyaz adamın insan olarak görmediği Amerikalı, Afrikalı, Avustralyalı, Asyalı, siyah ya da kızıl adama uyguladığı ilk ve son zulüm bu değildir elbette. Batının ekonomik zenginliğinin ve zahiri gelişmişliğinin Amerika’nın keşfiyle birlikte ortaya çıkan aç gözlü, doyumsuz ve barbar sömürgeciliği, acımasız köle ticareti ve burada vahşice katledilen milyonlarca yerlinin kanı ve yağmalanan zenginlikleri ile başladığını bilmeyen kalmamıştır herhalde. Hala bilmeyen varsa okusun ve öğrensin. Çünkü bu insanlık dışı kanlı zorbalık, kapitalizmi, batı dünyasının sözde çağdaşlığını ve sömürgeciliğe dayanan gelişmişliğini anlamanın amentüsüdür.

     Tarihleri vahşi katliamlarla, yağma ve talanlarla dolu Batı’nın çağdaş dünyada kendilerini medeniyetin ve hümanizmin efendileri gibi göstermeleri iki yüzlü pişkinliklerinin bir tezahürüdür. Aslında bu arsız, kibirli güruh, Aliya İzzet Begoviç’in de dediği gibi aslında hiçbir zaman uygar olamamıştır. İşte bugün gözler önünde yaşanan süreç bunu bütün çıplaklığı ile yeniden kanıtlamaktadır.

     Bugün Batı hegomanyası, dünyaya insan hakları dersi vermeye kalkıyor ve diğer toplulukları bu konuda kendinden aşağı görerek siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda kendi çıkarlarına uygun şekilde dizayn etmenin bir aracı olarak kullanıyor. Dünya kamuoyunu bu tarz konularla etki alanına alarak yönlendiriyor. Kendini üstün medeniyet olarak pazarlayıp bir kültür emperyalizmi uyguluyor. Ancak kendi kirli geçmişiyle ve neredeyse genetik kodlarına yerleşmiş sakat düşünce yapısıyla asla yüzleşmiyor. Oysa 1800’lü yılların ortalarında başlayan ve tüm Avrupa’ya yayılan insanat bahçelerinin bile sonuncusu Belçika’da daha 1958 de kaldırılabilmişti.

     İşte bugün Gazze’de yaşanan büyük vahşete karşı Batı’nın iki yüzlü, ahlaksız ve vicdansız tutumu, geçmişte ki barbar düşüncesinden hiçbir şey kaybetmediğinin ve İnsan hakları, demokrasi, düşünce özgürlüğü gibi kavramlar konusunda samimiyetsiz ve sahtekâr olduklarının en büyük kanıtı niteliğindedir. Masum insanların, bebeklerin katledilmesi karşısındaki kayıtsızlıkları, insanlık dışı saldırganlığa arka çıkan politikaları geçmişte olduğu gibi her şeyin birer kandırmacadan ibaret olduğunun en açık göstergesidir. Vahşi emperyalizm hiç değişmedi. Sadece daha da sinsileşti.

     Batılı emperyalistler, demokrasi derler ama kendilerine bağlı, amaçlarına hizmet eden diktatörlere bayılırlar. Barış derler ama masumları hunharca katleden devlet görünümlü işgal çetelerine askeri, lojistik destek vermekten geri durmazlar. İnsan hakları derler ama küçücük bebeklerin savunmasız kadınların bile en temel hakkı olan yaşama haklarının elinden alınmasına karşı kör, sağır ve dilsiz olurlar. Çağdaşlık, medeniyet derler ama hiçbir kural tanımayan, okul, hastane, sivil yerleşim yerleri ve sığınma merkezlerini bombalayan gözü dönmüş canilere arka çıkarlar.

      Tanzimattan beri müntesibi olmak için yanıp tutuştuğumuz Batı işte böyle bir şeydir. Tanzimatla birlikte hücrelerimize bir virüs gibi yerleşmiş Batılılaşma kavramı için nelerimizi vermedik, nelerimizi feda etmedik ki? Çarpıklaşmamış, Batı’nın kirli operasyonlarıyla mutasyona uğramamış bir akılla düşündüğümüzde görüyoruz ki Batı bizden çok şeyi götürdü ama bize zihinsel bir çürümüşlükten başka bir şey vermedi. Şimdi Doğruyu, yanlışı: dostu, düşmanı tam seçemeyen kendine yabancı bir dünya görüşüyle sağa sola savrulup duruyoruz.

 

    

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri