Yalan Söyleyenin Orucuna Kıymet Verilmez

RAMAZAN GÜNLÜĞÜ 8

                                                                                                  Hazırlayan: Mustafa KÜÇÜKTEPE

Bir Ayet:
"Ey iman edenler! Sizden öncekilerin üzerine oruç farz kılındığı gibi..." (Bakara, 183)

Bir Hadis:
“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terketmezse, Allah o kimsenin yemesini, içmesini bırakmasına kıymet vermez." (Buhârî, Savm 8, Edeb 51)

Bir Konu:
Diğer Dinlerde Oruç
. Oruç İslam' dan önceki dinlerde de var olan bir ibadettir. 

Yahudilikte Oruç:

Yahudilik’te öncelikle nefsi alçaltma vasıtası kabul edilen ve “tzom” veya “innah nefeş” kalıbıyla Eski Ahid’de kullanılan oruç ibadeti, “Canlarınıza cefa edeceksiniz” emrinin bir gereği (Levililer, 16/29) ya da Kral Dâvud’un yaptığı gibi (II. Samuel, 12/16-18) Tanrı’ya dua öncesi yapılması gereken bir hazırlık ritüeli olarak algılanmıştır. Yahudilik’teki en önemli oruç, kefâret günü (Yom Kipur) orucudur. O gün yahudiler bir yıl içerisinde işledikleri hatalardan ötürü duydukları pişmanlığı dile getirerek Tanrı’dan af dilerler. Tevrat’ın Levililer bölümünde (16/29-31; 23/27-32) yahudilerin bugünde yaptıkları dinî törenler ayrıntılı biçimde anlatılır. Yahudilik’te birinci sürgün (m.ö. 586) sonrası dönemde ihdas edilmiş, fakat yine Eski Ahid kökenli olan diğer farz oruçlar şunlardır:

1. Dokuz av orucu (tişah beav). Eski Ahid’in Zekarya bölümünde zikredilen dört oruçtan ilki olup yahudi ay takvimine göre av (ağustos) ayının dokuzuncu günü tutulması gerekir. Gerçekte bir matem orucu olan bu oruç kutsal metinde “beşinci ay orucu” şeklinde zikredilir. 

2. Dördüncü ay orucu (şivah asar be-tammuz). Yahudi ay takvimine göre 17 Temmuz’da ifa edilen bu oruç Kudüs’ün Bâbilliler’in eline geçişi münasebetiyle tutulur (Zekarya, 8/19). Bu güne ve ilgili orucun muhtevasına daha sonra Kudüs’ün Romalılar tarafından ele geçirilmesi ve diğer felâketler de eklenmiştir.

3. Onuncu ay orucu (asarah be-tevet). Kudüs’ün Bâbil Kralı Buhtunnasr tarafından kuşatılmasını hatırlamak amacıyla tutulan bir diğer kısa oruçtur (Hezekiel, 24/1 ve devamı). 

4. Yedinci ay orucu (tzom gedalya). Tişri ayının üçüncü günü, birinci sürgün sırasında Kudüs’te kalan yahudilerin lideri durumundaki Yahuda Valisi Gedalya’nın hâtırasını tâzim için tutulur.

Hristiyanlıkta Oruç:

Günümüz Hristiyan dünyasında başlıca iki çeşit oruç vardır. 

1. Şükran orucu. Her hafta pazar günü icra edilen Evharistiya töreninden (ekmek-şarap âyini) önce alkollü içki içmemek şeklinde eda edilir. Katolikler’e ve Ortodokslar’a göre şükran orucu cumartesi akşamından veya akşam yemeğinden hemen sonra başladığı halde özellikle farklı Protestan mezheplerinde Evharistiya’dan üç saat önce başlar ve hepsine göre törenin tamamlanmasıyla sona erer. 

2. Kiliseye mensubiyet oruçları. Anglikan kilisesi dışındaki bütün hıristiyan mezheplerince benimsenen, fakat farklı biçimlerde uygulanan bu oruçların en önemlisi ve uzun sürelisi Hz. Îsâ’nın çölde kırk gün boyunca tuttuğu orucun hâtırasını yaşatmak üzere IV. yüzyılda başlatılan ve Paskalya’dan önceki kırk güne denk gelen oruçtur (ERE, V, 765-770). “Lent” adıyla bilinen bu oruç hıristiyanlarca genelde Paskalya’ya hazırlık olarak yorumlanır. Dua ve tövbelerle bezenmiş böyle bir oruç/perhiz sayesinde kişinin mânevî kirlerden temizlenmiş olarak Paskalya’ya erişeceğine inanılır.

Hint Kökenli Dinlerde Oruç: 

Hint yarımadasında ortaya çıkan, taraftarları çoğunlukla burada veya Uzakdoğu Asya ülkelerinde yaşayan Hindu, Budist, Jain ve Sih dinlerinde oruç günümüzdeki uygulanış biçimiyle sadece din adamları sınıfını ilgilendiren bir ibadettir. ( https://islamansiklopedisi.org.tr/oruç)

Bir Peygamber:

Hz. İsmail Hz. İbrâhim’in oğlu, Kur’an’da adı geçen bir peygamber. Kur’ân-ı Kerîm’de on iki yerde adı geçen İsmâil çeşitli nitelikleriyle zikredilmektedir. İsmâil, babası İbrâhim’in yaşlılık döneminde ve bir duası neticesinde dünyaya gelmiş (İbrâhîm 14/39; es-Sâffât 37/100-101), çok küçükken babası tarafından Beytülharâm’ın bulunduğu yere bırakılmıştır (İbrâhîm 14/37). Adı açıkça zikredilmemekle birlikte belli bir yaşa gelince kurban edilmek istenenin İsmâil olduğu anlaşılmaktadır (es-Sâffât 37/102-105). Daha sonra babası ile beraber hem beytin temellerini yükseltmiş (el-Bakara 2/127) hem de bu kutsal mekânı temiz tutmakla görevlendirilmiş (el-Bakara 2/125), peygamber olarak seçilmiş, diğer peygamberler gibi ona da vahiy gelmiştir (el-Bakara 2/136; Âl-i İmrân 3/84; en-Nisâ 4/163). Elyesa‘, Zülkifl, İdrîs, Yûnus ve Lût gibi peygamberlerle birlikte zikredilen İsmâil hidayete erdirilen ve âlemlere üstün kılınanlardan (el-En‘âm 6/86), Allah’ın rahmetine kabul edilen iyilerden ve sabredenlerden biri olarak gösterilir (el-Enbiyâ 21/85-86; Sâd 38/48). İsmâil sözünde duran, halkına namaz kılmayı, zekât vermeyi emreden, rabbinin hoşnutluğunu kazanmış bir resul ve nebîdir (Meryem 19/54-55). Kur’ân-ı Kerîm’de İsmâil’in Mekke’ye gelişi isim verilmeksizin belirtilmektedir. İbrâhim’in bir duasında çocuklarından birini kutsal evin (Kâbe) bulunduğu Mekke’ye getirdiği ifade edilir (İbrâhîm 14/37). Diğer bir âyette (el-Bakara 2/125, 127) Kâbe’nin inşasında İbrâhim ile oğlu İsmâil’in birlikte çalıştıkları bildirildiğine göre İbrâhim’in Mekke’ye getirdiği oğlu İsmâil olmalıdır. Kâbe’nin inşası esnasında Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil şöyle dua etmişlerdir: “Ey rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et” (el-Bakara 2/128).

Diğer taraftan Kur’an’da Hz. İbrâhim ile oğlu İsmâil sadece Kâbe’nin inşasında veya hac ibadeti çerçevesinde (el-Bakara 2/125, 127) değil başka birçok yerde de (el-Bakara 2/133, 136, 140; Âl-i İmrân 3/84; en-Nisâ 4/163) bir arada zikredilmiştir. Kur’an’da İsmâil uslu çocuk (es-Sâffât 37/101), teslim olan (es-Sâffât 37/103), namazı ve zekâtı emreden (Meryem 19/55), sabreden (es-Sâffât 37/102), hoşnut olunan (Meryem 19/55), sözüne sadık (Meryem 19/54), resul ve nebî (Meryem 19/54) gibi niteliklerle anılmaktadır.

İsmâil’in dünyaya gelişi ve annesi Hâcer ile birlikte evden uzaklaştırılmasına dair İslâmî kaynaklarda yer alan bilgiler Tevrat’takilerle aynıdır (meselâ bk. Sa‘lebî, s. 81-82); ancak diğer konulardaki bilgilerde farklılıklar bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm, İbrâhim ve İsmâil’in Mekke’deki faaliyetleri hakkında bilgi vermekle beraber oraya nasıl gittiklerini bildirmemektedir. Bu konuda kaynaklarda İbn Abbas, Hz. Ali ve Mücâhid’den gelen üç rivayet vardır. Buna göre Allah, İbrâhim’e hanımı Hâcer ile oğlu İsmâil’i Beytülharâm’ın bulunduğu yere götürmesini emreder. İbrâhim, Hâcer ile henüz emzirmekte olduğu oğlu İsmâil’i Sâre’nin kötülüğünden korumak için Mekke’ye götürmüştür. Hz. Ali’nin rivayetine göre ise bu olay İbrâhim’in Allah’tan Kâbe’nin inşası emrini alması üzerine gerçekleşmiştir (Taberî, Târîḫ, I, 252-253).

Hâcer ile İsmâil’in susuz kalmaları ve su çıkması hadisesi Tevrat’ın yanında diğer yahudi kaynaklarında da yer alır. Tulumdaki su bitince annesi tarafından bir çalı dibine bırakılan İsmâil susuzluktan dolayı ıstırap çeker ve, “Babam İbrâhim’in Allah’ı, senin bizim için takdir ettiğin başka ölüm şekilleri de var, beni susuzluktan öldürme” diye dua eder. Melekler Tanrı’ya başvurarak, “Bir gün senin neslini susuzluktan kırıp geçirecek bir neslin atası için su kaynağı mı çıkaracaksın?” derler. Buna rağmen Tanrı, İsmâil’in duasını hemen kabul eder, orada bir su kaynağı ortaya çıkar, onlar da kırbalarını doldururlar (Sidersky, s. 50-51).

Filistin’de yaşayan İbrâhim zaman zaman Hâcer ile İsmâil’i ziyarete gelir. İlk gelişinde o sırada evlenmiş bulunan İsmâil’i bulamaz, gelini ise kendisini soğuk karşılamıştır. İbrâhim, “Kocan geldiğinde kendisine selâmımı bildir, kapısının eşiğini değiştirmesini istediğimi söyle” der ve gider. Bu mesajı dikkate alan İsmâil hanımından ayrılır ve Cürhümlüler’den bir başka kadınla evlenir. İkinci defa İsmâil’i görmeye gelen İbrâhim onu yine evde bulamaz, ancak bu defa yeni gelini kendisine iyi davranır. İbrâhim ona dua eder; ayrıca kocası geldiğinde kendisine selâm söylemesini ister ve, “Kapısının eşiğini iyi tutsun” diye tembihte bulunarak yine oğluyla görüşemeden oradan ayrılır. İsmâil olanları öğrenince, “O benim babamdır, sen de evimizin eşiğisin. Babam bana seni hoş tutmamı, seninle iyi geçinmemi emretmiş” der (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 9; Ezrakī, I, 54-58; Sa‘lebî, s. 83). Bu bilgiler yahudi kaynaklarında da mevcuttur; ancak olayın aktarıldığı Midraş ha-Gadol XIII. yüzyıla aittir (Sidersky, s. 51-53; EJd., IX, 81; XI, 1515). Bir müddet sonra İbrâhim tekrar Mekke’ye gelir, oğlu İsmâil ile birlikte Kâbe’nin duvarlarını yükseltirler. İnşaat esnasında İsmâil taş getirerek babasına yardım eder (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 9). Hz. İbrâhim, Kâbe’nin inşasını tamamlayınca Cebrâil gelip kendisine hac farîzasının nasıl yapılacağını öğretmiş, o da insanları hac ibadetine davet etmiş, oğlu ile birlikte hac farîzasını yerine getirmiş, daha sonra İsmâil’i orada bırakarak Filistin’e dönmüştür (Ezrakī, I, 58-59; Sa‘lebî, s. 88; Tecrid Tercemesi, VII, 232-233; IX, 126-127).

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim’in oğlunu kurban etmesi hadisesi isim verilmeksizin nakledilir. Buna göre İbrâhim, putperest kavmi tarafından atıldığı ateşten kurtulup onlardan ayrıldıktan sonra hiç çocuğu olmadığı için Allah’tan sâlih bir evlât ister ve kendisine akıllı, iyi huylu bir erkek çocuk müjdelenir. Çocuk babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa gelince İbrâhim’den oğlunu kurban etmesi istenir. Bunu oğluna bildirince oğlu emredileni yapmasını söyler, emre boyun eğip sabredenlerden olacağını bildirir. İbrâhim oğlunu kurban etmeye teşebbüs eder, fakat Allah tarafından tâbi tutulduğu bu imtihanda başarılı olduğu ortaya çıkınca oğlunun yerine semadan kurban olarak bir koç gönderilir, böylece oğlu da kurtulmuş olur (es-Sâffât 37/95-111).

İslâmî kaynaklardaki bilgilere göre İsmâil uzun boylu, güzel yüzlü, kırmızımsı tenli, kalın boyunlu, geniş omuzlu, elleri ve ayakları uzun, çok güçlü ve kuvvetliydi. Ok atıcılıkta olduğu gibi ata binicilikte de mâhirdi. Yabani atları yakalayıp ehlileştirirdi. Babası Hz. İbrâhim’in vefatından sonra gerek Kâbe gerekse hac işlerine dair hizmetleri yürütmeye devam etti. İlk olarak Kâbe’ye örtü koydu. Allah ona peygamberlik verdi ve elli yıl peygamberlik etti. Cebrâil’in hac menâsikini öğretmesinden sonra Hz. İsmâil bunu Hicaz halkına duyurmuş, Kâbe’nin hizmet ve nezâreti ömrünün sonuna kadar kendi uhdesinde kalmıştır (Tecrid Tercemesi, VI, 22). 137 yaşında vefat etmiş ve Hicr’e annesi Hâcer’in yanına defnedilmiştir.  ( https://islamansiklopedisi.org.tr/ismail--peygamber )

Esma-ı Hüsna:
El-Basir: “Görmek, bilmek ve sezmek” anlamındaki basar kökünden türetilmiş bir sıfattır. Kur’ân-ı Kerîm’de elli bir âyette geçmekte olup bunların kırk birinde Allah’ın sıfatlarından biri olarak kullanılmıştır. İbnü’l-Cevzî Kur’an’da basîr sıfatının dört ayrı anlama geldiğini belirterek bunları “sezen”, “gözüyle gören”, “kesin delil (hüccet) sayesinde gerçeği idrak eden” ve “ibret gözüyle bakan” şeklinde sıralar.

Basîr kavramı esmâ-i hüsnâdan biri olarak “görmeye konu olan şeyleri bütün özellikleriyle idrak edip gören” şeklinde tarif edilebilir. Bu idrakin oluşması için insanlarda bulunması gereken fizik, fizyolojik ve psikolojik şartlar Allah Teâlâ hakkında söz konusu değildir. “O, karanlıklar içinde renkleri, bir suya karışan diğer bir suyu görür. Ne karışmışlık, ne karanlık, ne aşırı aydınlık ve ne de madde engeli O’nun görme idrakini perdeleyebilir” ( https://islamansiklopedisi.org.tr/basir)

El-Basir, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 112’dir.

El-Hakem: Hükmetmek, hâkim olmak, hikmetli olmak, yönetmek, düzeltmek amacıyla menetmek, dönmek ve sağlam yapmak anlamındaki hükm’ den türemiştir. Hâkim, hükmeden, karar veren; Hakem, uzman hâkim, tarafsız karar veren; Hakîm, hikmet sahibi, alim, hâkim, yanlışlığı önleyen; Hayru’l-hâkimin, hakimlerin en hayırlısı; Ahkemü’l-hâkimin, hakimler hâkimi demektir. 

​Râgıb el-İsfahânî’ye göre hakem, hüküm vermekte maharet kazanmış bir kişi olup verdiği hüküm diğer şahısları bağlayıcıdır, hâkimin verdiği hüküm ise bağlayıcı değildir. Bu sebeple insana tezahürü yoktur Hâkim’in demektedir. Hakem ile hâkim arasındaki anlam farkına Halîl b. Ahmed, hakem sıfatının Allah’tan başkasına nisbet edilemeyeceğini söylemiştir. Bağdâdî’ye göre ayrıca hakem kanun koyup hükmedendir ve bu yetki yalnız Allah’a mahsustur; hâkimde ise kanun koyma yetkisi yoktur. Bazı âlimler, hakeme şaşmaz ve yanılmaz mertebede hâkimlik mânası yükledikleri için olmalıdır ki onun Allah’tan başkasına nisbet edilemeyeceğini söylemişlerdir. Halbuki Kur’an’da karı ile koca arasında çıkan anlaşmazlıkların çözümü amacı ile her iki taraftan birer hakemin belirlenmesi önerilmektedir. 

​ “Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Düzeltmek isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (Nisa, 35)

​Mutlak adaleti gerçekleştirme işi Allah’a mahsus olmakla birlikte güçleri nisbetinde insanların da hakemlik yapmalarının zaruri olduğu kabul edilmelidir. 

Hüküm kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de çok fazla geçmektedir, bazı ayetlerde ise doğrudan doğruya “hükm” şeklinde Allah’a nisbet edilmektedir. Bir kaç âyette “hayrü’l-hâkimîn” (hâkimlerin en hayırlısı ve en isabetli karar vereni) ve “ahkemü’l-hâkimîn” (hâkimlerin hâkimi, hüküm verenlerin en üstünü) terkipleriyle hüküm ve hakem kavramları O’na izâfe edilmiştir. Hakem ve hüküm Kur’an’da Resûl-i Ekrem’e, peygamberlere ve hüküm verme durumunda bulunan insanlara da nisbet edilmektedir. Bunun yanında kelimelerinin ve cümle kuruluşunun kusursuz, muhtevasının zengin olması, üstün sanat değeri taşıması bakımından ihkâm kavramı Kur’an’ın kendisine, sûre ve âyetlerine izâfe edildiği gibi peygamberlere indirilen kitapların insanlar arasında hakemlik yapma rolüne sahip bulunduğu da ifade edilmektedir.

​ “Elif-lâm-râ. Bu, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından âyetleri sağlam kılınmış, sonra da şu şekilde açıklanmış bir kitaptır.” (Hud, 1)

​ “İman edenler “Keşke bir sûre indirilse!” derler. Açık ve kesin hükümlü bir sûre indirildiğinde ve içinde savaştan söz edildiğinde, kalplerinde çürüklük bulunanların sana, ölüm korkusundan baygınlık geçirmiş kimseler gibi baktığını görürsün; zaten o da başlarına geldi gelecek!” (Muhammed, 20)

​ “Allah hüküm verenlerin en âdili değil midir?” (Tin, 8)

​​Çeşitli âyetlerde Allah’a izâfe edilen hakemlik türleri içinde âhiretteki hakemliğin ağırlık kazandığı göze çarpmaktadır. Çünkü mutlak adaletin tecelli edeceği yer, hak-bâtıl mücadelesine sahne olan imtihan dünyası değil her türlü davranışın karşılığını bulacağı ve bütün sırların ortaya çıkacağı ebediyet âlemidir. İnsanlar arasındaki dinî ve ideolojik anlaşmazlıklara dünyada son vermek ve hakkı benimseyen toplumları galip getirmek, vaad edilen günün gerçekleşmesi aynı zamanda ilâhî hakemliğin tecelli ettiği bir noktadır. 

​Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber’in üzüntü ve sıkıntıyı gidermek için öğrettiği duanın başlangıç kısmı, ilâhî hükmün mutlaka geçerli oluşu yanında adalet niteliği taşıdığını da vurgular:

“Allah'ım! Ben senin âciz kulunum, senin kulun olan bir baba ile bir annenin evlâdıyım. Bütün varlığım senin elindedir. Benim için verdiğin hüküm daima geçerli, hakkımdaki kararın daima adaletlidir”

(Müsned, I, 391, 452).

​Ebû Dâvûd ile Nesâî’nin naklettikleri bir rivayete göre ashaptan Hânî b. Yezîd bir elçi heyetiyle birlikte Resûl-i Ekrem’in huzuruna gelince Resûlullah kendisine “Ebü’l-hakem” (hakemlerin pîri) denildiğini öğrenmiş, sebebini sorduğunda Hânî, mensup bulunduğu kabile fertleri arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları giderdiği için bu lakapla anıldığını söylemiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), “Hakem sadece Allah’tır, her türlü hüküm O’na aittir” demiş ve Hânî’in künyesini büyük oğluna nisbetle Ebû Şüreyh olarak değiştirmiştir (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 62; Nesâî, “Ḳuḍât”, 7).

Olayın cereyan şeklinden anlaşılacağı üzere buradaki yasak Hânî b. Yezîd’in özel durumuna ve kavmi içindeki konumuna bağlıdır. Zira Hânî bu künyeyi, kavmi içinde bir anlamda kanun koyup ona göre hükmettiği için almıştır. Halbuki kavminin, İslâmiyet’i benimsedikten sonra artık Allah’ın hükmünü kabul edip sadece O’nun vahyinde yer alan hakemliğine başvurması gerekir. Sahâbîler de dahil olmak üzere İslâm tarihi boyunca birçok kişi Hakem adını kullanmıştır. Bu anlamda insanın hakemliği, bilgisi ve feraseti nisbetiyle ölçülür. 

Peygamberimizin peygamberliğinden önce Kabe’nin yapımı sırasında Hacerul Esved taşını yerleştirmek noktasında Peygamberimizin hakemliğine başvurmaları bu noktada örnektir. 

​Gazzâlî, hakeme önce “hüküm” anlamı vererek Allah’ın ebedî saadete hükmettiğini belirtmiş, ardından “hikmet” manasına geçmiştir. Hikmeti “sebeplerin düzenlenmesi ve sonuç verecek şekilde yönlendirilmesi” olarak yorumlamıştır. Hikmetinden sual olunmaz derken Rabbimizin hem en adaletli hükmedici olduğunu hem de hikmetle hükmettiğini ifade ediyoruz. 

​Allah’a nisbet edilen hakem ve hâkim isimleri, O’nun, insanlar arasındaki münasebetlerden çıkan özellikle büyük anlaşmazlıkların nihaî hükmünün belirleyicisi olduğu, haklı ile haksızı sonunda belirleyeceği, âdil hükmün ve karşı durulmaz gücün sadece O’na mahsus bulunduğunu ifade etmektedir. Kuran’ın hüküm koyan bir kitap olması, hüküm koyucu olan Allah Teala’nın bu esmasının insan üzerinde tezahürü olduğunu, adaletle hükmetmeye çabalaması yönünde görmekteyiz. Herhangi bir konuda insan da taraflar arasında ihtilaflı konuları çözümler, hüküm ve karar verebilir, ancak insanların hüküm ve kararlarında yanılma ihtimali vardır, fakat Allah’ın hükmünde ise yanılma, hata ve zulüm asla yoktur. Çünkü O, hakimler hakimidir.  ( https://www.sakuraakademi.com/el-hakem)

El-Hakim, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 68’dir.

El-Adl: Adl, Allah’ın isimlerinden biri olarak kullanıldığında mübalağa ifade eden bir sıfat olup “çok âdil, asla zulmetmeyen, hakkaniyetle hükmeden, haktan başkasını söylemeyen ve yapmayan” anlamına gelir. İslâm filozofları adl sıfatını, “Allah’ın her varlığa lâyık olduğu imkân ve kabiliyetleri bahşetmesi” anlamına gelen inâyet ve cömertlik (cûd) kavramlarıyla açıklamışlardır. Gazzâlî, Allah’ın adaletinin ne anlama geldiğini bilmeden onun âdil olduğunu anlamanın, fiillerini, yaratıp idare ettiği kâinatı tanımadan da adaletini kavramanın mümkün olmadığını söyler ve kâinatın tanınması konusunda çeşitli örnekler verir (bk. el-Maḳṣadü’l-esnâ, s. 71-73). Kâinattaki bütün nesnelerle olaylardaki hikmet ve adaleti kavramak hususunda beşerî bir aczin bulunduğu kabul edilmekle birlikte bütün müslüman âlimler Allah’ın âdil olduğu noktasında ittifak etmişlerdir. Ancak adl sıfatının yorumu hususunda Mu‘tezile âlimleriyle diğer İslâm bilginleri arasında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. (  https://islamansiklopedisi.org.tr/adl)

El-Adl, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 104’dür.

El-Latif: Sözlükte “nazik ve merhametli davranmak, kibar, nazik, iyi muamele etmek” anlamındaki lutf kökünden sıfat olan latîf kelimesi “nazik ve yumuşak davranan, yumuşaklıkla muamele eden” demektir. Aynı kelime letâfet kökünden türemiş kabul edilerek “ince ve şeffaf, küçük ve hacimsiz olan” mânasında da kullanılır. El-Latîf, Allah’ın isimlerinden biri olarak “fiillerini rıfk ile gerçekleştiren, kullarına iyilik ve merhamet eden, yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan, zâtı duyularla algılanamayan, en gizli ve ince hususları dahi bilen” anlamlarına gelir. 

​Latîf ismi Kur’ân-ı Kerîm’in yedi yerinde geçmektedir. Fahreddin er-Râzî, el-Latîf’te “lutuf ve ihsanda bulunma” mânasının ağır bastığını söylüyorsa da, Kur’an’daki bütün kullanılışlarında “hiç kimse tarafından bilinip sezilemeyen en ince noktalara vâkıf olma” anlamının hâkim olduğu görülmektedir. Özellikle Allah’ın, insanların bütün gizli konuşmaları ile zihin ve gönüllerinde barındırdıkları düşünce ve duygulara vâkıf olduğunu ve yaratıcı vasfı taşıyan bir varlığın bilmemesinin söz konusu edilemeyeceğini ifade eden âyetlerde;

​ “Sözünüzü ister gizleyin isterse açığa vurun; unutmayın ki O, kalplerin içindekini bilmektedir. Yaratan bilmez olur mu? O, bütün inceliklerin farkındadır ve her şeyden ­haberdardır.” (Mülk, 13-14)

​Hz. Lokman’ın, oğluna öğüt verirken her davranışının -hardal tanesi kadar bile olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerin derinliklerinde de bulunsa- Allah tarafından bilinip ortaya çıkarılacağı yolunda uyarıda bulunduğunu beyan eden âyette;

 “Lokmân, “Sevgili oğlum” (dedi), “Yaptığın iş bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa, bir kayanın içinde saklansa veya göklerde yahut yerin dibinde bulunsa yine de Allah onu açığa çıkarır. Kuşkusuz Allah her şeyi bütün gizlilikleriyle bilir, O her şeyden haberdardır.” (Lokmân, 16)

​ Hz. Peygamber’in eşlerine hitap eden âyette;

 “Hânelerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti dilinizden düşürmeyin. Allah bütün incelikleri ve gizlilikleri bilir, her şeyden haberdardır.” (Ahzâb, 34)

​Geçen latîf isminin bilmeye yönelik muhtevası açıkça ortaya çıkmaktadır. Bunun yanında Hz. Yûsuf’un mazhar kılındığı ilâhî nimetlerden söz eden, Yusuf peygamberin kuyuya atılması, tüccarların onu Mısır melikine satmaları, hapse girmesi, hükümdarın rüyasını yorumlaması ve neticede Mısır’a hazine bakanı olması Allahın latif isminin tecellisidir;

​“Anne babasını makamına çıkardı. Hepsi onun huzurunda yere kapandılar; Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte daha önce gördüğüm rüyanın mânası buymuş; rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu rabbim bana lutuflarda bulundu: Beni zindandan çıkardı, sizi çölden (çıkarıp buraya) getirdi, üstelik şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra! Şüphesiz rabbim dilediğine çok lütufkârdır. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Yûsuf, 100)

​Cenâb-ı Hakk’ın indirdiği yağmurla yeryüzünü yeşertmesi ve kullarına dilediği nimetleri vermesinden bahseden;

 “Görmüyor musun ki, Allah gökten su indiriyor da yeryüzü yemyeşil oluveriyor! Kuşkusuz Allah latîftir, her şeyden haberdardır.” (Hac, 63)

​ “Allah kullarına çok lütufkârdır, dilediğine rızık verir. Güçlü ve üstün olan da O’dur.” (Şûrâ, 19)

Âyetlerde geçen latîf isminde “ikram ve ihsan” mânasının ağırlık kazandığını söylemek mümkündür. En‘âm sûresinde hiçbir gözün Allah’ı idrak edemeyeceği, fakat O’nun yaratılmışların bütün idrak vasıtalarını ihata ettiğini ifade eden âyette ise;

 “Gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O gözleri idrak eder. O en ince şeyleri bilir ve her şeyden haberdardır.” (En‘âm, 103)

Bu ayetteki Latif esması, Allah’ın gözlerin idrak edemediğini eden, gören ve bilen olduğunu veya gözlerin kendisini göremediğini çünkü O’nun latif bir varlık olduğunu ifade eder. Hem zât-ı ilâhiyyenin belli şartlar çerçevesinde fonksiyoner olabilen insana ait göz idrakinden münezzeh olduğu hem de kendisinin her şeyi görüp bildiği mânası hâkimdir. Latîf, yer aldığı yedi âyetin beşinde habîr ismiyle birlikte ve ondan önce yer almıştır. Böylece iki isim ilâhî ilmin enginliğini ve derinliğini ifade etmede birbirini desteklemiş, ayrıca Allah’ın lutuf ve ihsanının yerli yerinde oluşunu vurgulamıştır. 

​Cenâb-ı Hakk’ın insanlara olan lutuflarının hem maddî hem mânevî hem dünya hayatına hem âhirete yönelik olduğu şüphesizdir. Ancak âhiretle ilgili lutufların müminlere has olacağı unutulmamalıdır.

​Gazzâlî, fiilde şefkat ve nezaketle idrakte nüfuz ve incelik bir araya gelince lutfun mânasının tamamlanacağını söyler ve bunun sadece Allah’ta bulunduğunu belirtir. Yine Gazzâlî, latîf isminden ilham alarak kulun edinebileceği niteliğin şundan ibaret olduğunu kaydeder: Allah’ın kullarına müşfik davranmak; Allah’a ve âhiret mutluluğuna davet ederken şiddet ve taassuba kapılmadan, tartışmaya girmeden nezaket ve yumuşaklıkla hareket etmek. Bu çağrı konusunda takip edilecek en güzel yöntem çağrı sahibinin kabul görmüş güzel davranışlar sergilemesidir. Bu yöntem, sözlerden çok daha etkili ve başarılıdır. ( https://www.sakuraakademi.com/el-latif)

El-Latif, esmasının ebced değeri ve zikir sayısı 129’dur.

Bir Dua:  Allahümme ecirna minennâr ve edhilnel cennete meal ebrar. “ Ey Allah’ım bizi ateşten koru ve bizi iyilerle birlikte cennetine dahil eyle”

Diğer Haberler

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Diğer Haberler