Erdal Ergenç

Mutluluğa Bir Adım...

Mutluluğa bir adım…

Üniversite eğitimine başladığım yıl, ilginç şeyler geldi başıma. Öncelikle bir fanusta yaşadığımı, hayatımın bu fanus sınırlarından mütevellit olmadığını, suyun dışında da hayat olduğunu, sadece yüzgeçlerim ile değil, ağzımı kullanarak da nefes alıp verebileceğimi anladım. Bu çok farklı bir tecrübeydi benim için. Daha da ilginci fikirlerimin karşısına başka fikirler çıkmasıydı. Öyle ki hayatımı bu fikirler üzere yoluna soktuğumu düşünüyordum, ancak karşılaştığım fikirler düşünce dünyamın yapı taşlarını yerinden oynatacak kadar güçlü depremlere dönüştüler.

Fikirlerimin kaynağının doğruluğundan emindim. Ancak fanusun dışındaki hayata ısındıkça inançlarımın yapı taşlarını oluşturan kaynaktan yeterince ve doğru bir şekilde beslenmediğimi anladım. Kendimi deliler gibi okumaya verdim. Ne gelirse önüme okumaya çalıştım. Hatta zamanla yarışıyor, bir sayfa kitabı kaç dakikada okurumun hesabını tutuyordum. Oysa beslendiğim kaynak şöyle diyordu: “her şey bir düzen içinde yaratılmıştır.”[1] Hayatım, ilişkilerim, etkilerim, tepkilerim, içinde bulunduğum habitat ve tabiat ile ilişkilerim hep bir düzen içinde olması gerekirken, ben kendi zihinsel dünyamdan başlayarak, yaramaz bir çocuk gibi oyun odamı darmadağın ediyordum.

Şimdi düşünüyorum da bu dağınıklığın iyi tarafları da vardı; bunlardan biri göstermekten erinmediğim çabamdı. Eğer bu gayretimin yerine tembellik eğiliminde olsaydım ne oyun öğrenecektim ne oynamayı.

Cam fanusun dışında geçirdiğim he an, çok çetrefilli, zahmetli ve öğrenilmesi gereken derslerle doluydu. En şiddetli zahmeti ise Şubat soğuğuydu. Yüzümüze çarptığında her tarafımızın buz kestiği, nefesimizin bile donduğu bir soğuktu. Çizmelerle çiğnenen düşünce dünyamız, içimizde kaynayan bir yanardağa dönüşmüştü ama Şubatın keskin ayazı bu yanardağın patlamasına müsaade etmemişti.

Her ne kadar bir kaosu andırıyor olsa da, şimdilerde anladığım, fanusun dışındaki hayata uyum sağlama, inandığım değerler ile karşılaştığım gerçekler arasında bağlantılar kurma, eşleştirme, yerine koyma, önem sırasını belirleme gibi bir organize etme, kategorizasyon ameliyesinden başka bir şey değilmiş yaşadıklarım. Bu işler beni yoruyor olsa bile ilahi bir amaca matuf olan yürüyüşümün, verdiği haz ve mutluluk hissi, hedefe kilitlenmeme ve tükenmek bilmeyen bir enerjiye dönüşüyordu.

Fanusun dışı bildiğiniz anlamda gerçeğin ta kendisiydi. Birbirine katılmış karıştırılmış inançlar, kültürler, tarzlar, modalar, örf ve adetler arasında doğruyu arıyorduk. Her şey çok karmaşık gibi görünüyordu. Kimi zaman görünüşlerimize takıldık kavga ettik, kimi zaman da ne zaman değişeceği belli olmayan fikirlerimizin arkasına takılıp kavgalar ettik.

Oysa kendi açımdan değerlendirdiğimde, inandığım inanç ve yaşam sistemi olan İslam basitçe her yaratılanda olduğu gibi bizleri bir yaradılış sebebi ile birlikte göndermişti. Bu sebebi gerçekleştirmek ödevini yüklenerek indiğimiz yeryüzünde Allah’ın belirlediği basit prensiplere uymak koşulu ile yaşayıp, ölüp gidecektik.

Yaşadığımız sürece, kötülük yapmayacak, insanın yaradılışını, kimyasını, fizyolojisini, Kurani ifade ile fıtratını bozmayacaktık. Mesela yalan söylemeyecek, öldürmeyecek, zinaya yaklaşmayacak, kumara ve fala uzak duracak, başkalarının mülkünde olanı çalmayacak, şirk koşmayacak, inkar etmeyecek ve nihayetinde Allah’ı tek yaratıcı olarak kabul edip ona kulluğumuzu sunacaktık.

Biz ne yaptık peki; ilkin şeytanı dinledik. Onun sahtekar düzenbaz olduğunu adımız gibi bildiğimiz halde, nefsimize hoş gelen şeyleri önce azdan bir şey olmaz kandırmacası ile yaptırmaya başladı. Haz veren bu şeyler bir süre sonra şehvetle arzuladığımız ve yapmaktan da çekinmediğimiz davranışlara dönüştü. Sonra bu davranışlar toplumun içinde yaygınlaştıkça normalleşti ve artık şeytana ihtiyacımız kalmadı.

Aynı bu gün yaşadığımız ahlaki dezenformasyonun artık normalleşmesi gibi… Kimi çocuklarımız, göz aydınlığımız diyerek bakmaya kıyamadığımız evlatlarımız, cadde ve meydanları birer podyuma dönüştürüp hiçbir utanma hissi duymaksızın şehvetin metası haline geliyorlar. Dizilerimiz, sinemamız, sanatsal kültürel faaliyetlerimiz, kafelerimiz, düğünlerimiz, eğlencelerimiz kısacası düşünce dünyamızın şekillenmesinde etkisinin çok yüksek olduğu tüm etkinlikler maalesef Kapitalist ve Liberal sistemin manipülasyonu ile özümüzden uzaklaştırıp, yeni normalin aktörleri yapıyor bizleri.

Yeni normal ise çoğunlukla şöyle; Kadın Erkek ilişkilerimizde iffet sınırı kalkmış, kadın otorite tarafından korumaya alınmış, erkek merhametsizliği ile öne çıkarılmış durumda. Güzel düşünmektense güzel görünme sevdası gözümüzü karartmış, önümüze çıkan hayır ve öğüt içeren hiçbir şeyi görmek istemiyoruz. İnsanoğlunun ruhunu incelten sanatsal-kültürel faaliyetlerimiz batının yosun bağlamış, köhne fikriyatından kopyalanmış ve sürekli tekrar ediliyor. Ezik, ürkek ve bilinçsiz karakterlerimiz bizi taklitçiliğe mecbur kılıyor. Düğünlerimiz birer ifsat yuvası haline dönüşmüş, hayata yeni bir başlangıç yaptığımız “sayfayı” hayırla dolduracağımıza Allah ve Resulünün asla hoşlanmadığı ifsad ile dolduruyoruz. Hırs, tamah, açgözlülük ve şehvet kalbimizi karartmış ve biz karanlık içinde yaşamayı yeni normal olarak kabullenmiş durumdayız.

Bu noktada yaradılış prensipleri yürütülmediği için geri kalan her şey bozulmaya mahkûmdur. Tüm mevcudatın bozulmaması ve iyi’nin yeşerip insanlar arasında yeniden neşvünema bulması için basitçe özümüze dönerek Allah’ın ve Resülunün emrettiği prensiplerin yaşayışımızı şekillendirmesine müsaade etmek en doğru karar olacaktır. Böylece, kalbimiz rahatlayacak, kirlerinden, yüklerinden arınacak ve huzuru bulacaktır. Kalbimizi kin, nefret, haset, kıskançlık, hırs gevezelik, çekememezlik, kibir gibi hasletlerden temizlersek işte o zaman mutlu oluruz.

Kim mutlu olmak istemez ki? Hadi hep beraber besmele çekerek başlayalım yeni güne…

04-02-2021

 


[1] Kuranı Kerim, Kamer Suresi 49

 

 

 

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri